CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BEYAZ ELDIVEN SARI ZARF. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BEYAZ ELDIVEN SARI ZARF - Celil Oker страница
BEYAZ ELDIVEN SARI ZARF
ATEŞ ETME İSTANBUL
BİN LOTLUK CESET
BİR ŞAPKA BİR TABANCA
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
SON CESET
YENİK VE YALNIZ
SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM
ROL ÇALAN CESET
GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU
Gönül ve Sevil’e…
Beyaz Eldiven Sarı Zarf
Kapıyı beyaz eldivenli bir adam açtı. Eldiveni takip ederek balıksırtı bir ceketin kolundan yukarıya, geniş omuzları hızla geçip kalın bir ensenin üzerinde hiç yokmuş gibi duran boynuna ve daha yukarı bakınca da kuşkulu bakışlara ulaşıyordunuz.
Gülümsüyordu adam ama öğrenilmiş bir gülümsemeydi bu.
Kravatını düzeltirken benim o olmazsa olmaz aksesuvardan yoksunluğumu belli etmek ister gibiydi.
“Bekleniyorum,” dedim 1940’lardan kalma bir filmin, sahibi çoktan ölmüş gitmiş dublaj sesiyle.
“Remzi Bey?” dedi genizden gelen, hiç konuşmasa kendisini daha iyi hissedeceği belli olan bir sesle.
“Remzi Ünal,” diye karşılık verdim.
Kapıyı açan adam saatine bakar gibi bir hareket yaptı.
“Erken geldiğimi biliyorum,” dedim. “Yol tahmin ettiğimden daha açıktı.”
Bir adım geri çekildi kapıdan.
İçeri girdim.
Eldivenli elini uzattı paltomu çıkarıp vereyim diye.
“Kalsın. Belki çıkarken yanımda götürmem gerekir,” diye espri yaptım.
Hiç gülümsemedi. Ben de gülmedim. Eldivenli adam uzattığı elini indirdi, başgarsonlar gibi arkadan belinde kavuşturdu. Öteki eli yumruk halini almıştı. Başgarsonların yaptığından biraz farklı bir biçimde.
“İçeride mi patroniçe?” dedim ilk adımımı attıktan sonra. Sonra saçma bir soru sorduğumun farkına vardım. Paltomun düğmelerine elimi bile sürmedim elbette.
Başını mutfağın en iyi yemeğini seçmişim gibi eğdi.
Kocaman bir antredeydik. Varsa eğer misafirlerin üzerlerindeki ıvır zıvırları koyacakları bir dolap, çok iyi gizlenmişti. Antrenin tek süsü olan belime kadar gelen vazonun benzerini Arkeoloji Müzesi’nde görmüştüm bir gidişimde. Üstündeki işlemelerde birileri birilerini kovalıyordu. Ayrıntısının peşine düşmedim.
Beyaz eldivenli uşak antrenin açıldığı iki kemerin büyük olanını işaret etti sol eliyle.
“Böyle buyurun efendim,” dedi. Yok, efendisi değildim ama öyle dedi. Sesimi çıkarmadım. Önüne geçtim.
Kemerin altından uzunca bir koridor uzanıyordu. Üstünde yürüdüğüm halı, yumuşaklığını ayakkabımın içinden bile hissettiriyordu tabanlarıma. Duvarlarda ikişer metre arayla asılı tabloların genel teması Boğaziçi manzaralarıydı. Koridor genişleyip yine kemerler altında dört kapının buluştuğu bir aralığa gelinceye kadar altı tablo, koridora açılan üç kapı saydım. Kapıların tokmağı yoktu. Tek ses duymadım bu kısa yolculuğumda. Arkamdan gelen kılavuzum sessizliği bozdu.
“Karşıdaki kapı efendim,” dedi.
Beni yönlendirdiği kapı, dört kemerin altındaki dört kapının en koyu renkli olanıydı. Söylemese de oraya giderdim muhtemelen. Bu kapının da tokmağı yoktu. Elimin tersiyle iterek açtım. İçeri girdim.
Beyaz eldivenli uşağın görev bölgesi bu kapının ötesine geçmiyordu şimdilik anlaşılan, tokmaksız kapı arkamdan kapandığında yalnızdım.
Gözlerimi kırpıştırdım.
Kapının açıldığı salon, salonluktan çıkmıştı. Bir zamanlar iki aile, birbirlerinden habersiz yaşayıp gidiyorlardı burada. Sonradan aradaki duvar yıkılmış, iki salon birleştirilmişti. Yıkılan yalnızca salonları birbirinden ayıran duvar değildi. Arkada, apartmanların arasında kalan bir ceza sahası büyüklüğündeki bahçeye bakan duvarlar da yıkılmıştı. Bahçe camla kapatılarak evle birleştirilmiş, içindeki çam ağaçlarının büyümesine tavanda açılan bir delikle izin verilmişti. Çamların arasından dolanıp duran çakıltaşlı yollar dışında her taraf adını bilmediğim çiçeklerle doluydu.
Gözümü kamaştıran bahçe değildi ama. Cam tavanın üstünde biriken karlar olduğu gibi durduğu için ortalık bembeyazdı. Nereden geldiğini tam olarak anlayamadığım ışık bahçeye süzülürken çoğalıyor, gözünüzü kamaştırıyordu. Elimi gözüme siper ederek baktım.
Çevresi yumruğum büyüklüğünde taşlarla çevrelenmiş küçük bir süs havuzunun yanında ev sahibesi oturuyordu.
Ona doğru ilerledim. Kadın beni karşılamak için ayağa kalkamazdı, çünkü bir tekerlekli sandalyede oturuyordu. Yüzünde kocaman, yuvarlak güneş gözlükleri vardı. Elindeki çay fincanını solundaki ağacın yanına gömülü içi çakıllı kocaman saksının üstüne koydu, ev sahipliğini hatırlatırcasına tekerlekli sandalyesini bana doğru çevirdi hafifçe.
Yüzüme bir gülümseme kondurdum. Elimi uzatarak yaklaşırken kılığını kıyafetini inceledim.
İncelemem kısa sürdü. Kilim desenlerine benzer şekillerle süslü bir panço şal vardı üstünde. İki yandan siyah ince bir kumaşla kaplı kollar çıkıyordu. Şalın eteklerinin altından uzanan yemenili ayakları hareketsizce duruyordu.
Elimi rastladığım birçok erkekten daha sıkı ve daha kişilikli bir sertlikte sıktı.
“Hoş geldiniz Remzi Bey,” dedi. “Ayağa kalkamadığım için özür dilerim.”
Kulağa telefondakinden çok daha hoş gelen bir rengi vardı sesinin. Tonu hiç özür dilemiyordu ama. Bakalım ne olacak, diye geçirdim içimden.
“Rica ederim,” dedim.
“Doktorlar bu kadarını becerebildiler, ona da şükürler olsun,” dedi. Sol eliyle burnuna dokunarak başını önüne eğdi. Bunu evine ilk kez gelen her konuğuna söylüyordur herhalde, diye düşündüm.
Bir şey söylemedim. Kadın da sesini çıkarmadı. Derin bir soluk verdi yalnızca. Diğer elini şalın içine götürdü. Beyaz bir mendil çıkardı. Saatte yarım santimetre hızla yüzüne doğru kaldırdı elini. Sonra bir köşesini güneş gözlüklerinin altına soktu, belli belirsiz bir hareketle sildi gözünün kenarını.
“Teşekkür ederim,” dedi yüzünü yukarıya kaldırarak. Güneş gözlüklerinin ardından nereme baktığını çıkaramadım. Biraz uzun sürdü görmediğim gözlerindeki bakışları.
Karşılık vermedim. Bekledim.
“Teşekkür