CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA - Celil Oker страница 4
“Anlıyorum,” dedim.
Pek anlamıyordum ama öyle söyledim.
“Dün gece uyumadım düşünmekten. İnsanın aklına tuhaf tuhaf şeyler geliyor. Benim babam. Tabanca. Gidip birini mi vuracaktı desem, ne alaka. Kendini vuracak desem, tövbe tövbe. Yani… Canım sıkıldı çok.”
“Kız kardeşiniz ne diyor?”
Yalnızca iki fırta bile razıydım.
“Daha bu tabanca işinden söz etmedim ona,” dedi Noyan Sert. “Zaten perişan. Üstelik benden çok daha pimpiriklidir, kafasını karıştırmayayım iyisi mi dedim. Bir yandan da doğru mu yapıyorum diye düşünüyorum. Belki bir şey biliyordur hani. Ama sanmam. Son yirmi dört saattir neredeyse son haftada konuştukları, yaptıkları ettikleri her şeyi en azından on kere dinledim. Tabancadan filan söz etmedi. Babamın gidip Carrefour’dan kendisine yeni bir uzaktan kumanda almasını istediğini bile anlattı ince ince, tabancadan falan hiç söz etmedi.”
“Başka kardeşiniz yok,” dedim soruyla karışık bir tonlamayla. Cevabını beklemeden ekledim. “Anneniz ne zaman…”
Sorumu bitirmeme izin vermedi Noyan Sert.
“Altı ay önce kaybetmiştik onu da,” dedi. “Bu çok dokunmuştu babama tabii. Bizim yanımıza gelme önerilerimizi falan hep reddetti. Yalnız yaşamakta ısrar etti.”
Sigara paketi çok uzaktaydı. Telefonun kordonu yetmezdi uzanmama. Belki kablosuz bir telefon alma işini çok daha ciddi bir biçimde ele almam gerekiyordu.
“Yanına birisini bulmayı denemediniz mi?” dedim.
“Denedik,” dedi Noyan Sert. “Nafile. ‘Gülsüm Hanım’dan sonra kimseyi istemem çatımın altında,’ dedi. Biz de çaresiz her gün telefonla aramaya karar verdik. Uyguladık da son güne kadar. Sabahları kardeşim, akşamları ben. Ha, bir de uzmanlığını bitirmeye çalışan bir doktor kız bulduk, haftada bir uğrayıp bakıyordu genel durumu ne diye. Ona itiraz etmedi artık.”
“Temizlik, yemek falan?”
“Kapıcının karısı. Başkasını istemedi. Zaten annem hayattayken de gelirdi kadın evlerine. Ona alışıktı.”
Doğrudan sormayayım dedim.
“Ne iş yapardı babanız?”
Noyan Sert güldü. İlk kez gülüyordu.
“Mirasyedi…” dedi.
Ben gülmedim. Bir daha telefona gelmeden önce sigaramı peşin peşin yakmaya karar verdim.
“Gerçekten de öyleydi,” dedi Noyan Sert, sesindeki gülücüklerin dozu gitgide azalarak. “Dedemin dedesinin falan çok büyük toprakları varmış Konya taraflarında. Sata sata bitirememişler. Ben çocukken de hatırlıyorum, arada bir yok olurdu babam. Döndüğünde bayağı keyifli olurdu. Bize acayip hediyeler getirirdi. Soranlara, arazi sahibiyim, derdi. Sonra biz okulları falan bitirdik. Ayça evlendi. Siz sıranızı savdınız, artık bir şey satarsam torunlara, diyordu…”
“Başka kimse var mı ailede?” dedim. Bu miras konusu hoşuma gitmişti. Bir de sigara olsaydı parmaklarımın arasında.
“Yok,” dedi Noyan Sert. “Ben, kız kardeşim, bir de kocası. Yani eski kocası. Bir iki ay önce ayrıldılar. Ayça’nın bir kızı var, daha altı yaşında. Başka kimsemiz yok.”
Bir an sessizlik oldu aramızda. Artık sormam gerektiğini düşündüm. Benden istediği şeyle ne alakası olduğunu bilmiyordum. Ama sormalıydım. Canı sıkılacaksa da çaresi yoktu. Nasıl olsa defalarca anlatmıştı birilerine. O anlatmadıysa kız kardeşi.
“Nasıl oldu?” dedim. Gerekli sözcüğü bulamıyormuş gibi bir an durakladım. “Vefatı?”
Noyen Sert hatırı sayılır bir soluk verdi telefonun öteki ucunda.
“Dün sabah küçük doktorun uğrama günüydü. Babam böyle diyordu kıza. Küçük doktor. Ayça kızın gelip gitme saatini bildiği için, muayenesi bitsin, durum nasıl, öyle sorayım diye biraz geç aramış. Telefon açılmamış. Biraz bekleyip yeniden aramış. Yine açan olmayınca kapıcının karısını aramış, gidip bir baksın diye. İçine kötü bir şeyler doğduğu için… Kapıcının karısı çıkmış yukarıya. Babamı yatakta bulmuş. Bana haber verdiler sonra.”
Bunu bilmenin neye yarayacağını da bilmiyordum ama yine de sordum.
“Defin ruhsatını sizin küçük doktor mu verdi?” dedim.
“Hayır,” dedi Noyan Sert. “O gelememiş zaten dün. Bir işi çıkmış. Babamın hastalığını teşhis eden bir doktoru vardı, ona ulaşmaya çalıştık, bulamadık. Süleyman gidip belediyeden mi ne aldı raporu.”
Bir soluk da ben verdim. Süleyman da kim, demedim artık.
“İşte böyle,” dedi Noyan Sert, anlatılabileceklerin bittiğine işaret edercesine.
Aynı fikirde değildim ama bunu ona söylemedim. Noyan Sert aradaki boşluğu değerlendirdi.
“Ne diyorsunuz bu tabanca işine?”
Aklıma bir şey gelmiyordu. Aklıma gelen Noyan Sert’in de aklına gelmiş olmalıydı. Yine de bir deneyeyim dedim.
“Babanızın evraklarına falan baktınız mı?” dedim. “Bir ruhsat falan var mıydı? Bulundurma, taşıma?”
“Yok,” dedi. “Bakmadım. Hiç aklıma gelmedi. Denese miydim?”
“Herhalde yoktur,” dedim. “Arazi sahiplerine ruhsat verirler genellikle. Bir ihtimal dedim.”
“Yok canım,” dedi Noyan Sert. “Adamın tabancası olsa, bunca yıl bir tek kere söz etmez mi, göstermez mi? Evimizde tabanca sözünün edildiğini bile hatırlamam.”
“Nasıl bir tabancaydı?” dedim, daha önce sormayı akıl etmediğim için kendi kendime kızarak.
Bir an durakladı Noyan Sert.
“Eee, bilmem…” dedi. “Tabancadan falan anlamam ben. Öyle normal bir tabanca. Zaten şaşkınlıktan uzun uzun bakamadım bile.”
Namlunun ucunu koklayıp koklamadığını sormamın gereği yoktu herhalde. Sormadım.
“Her neyse,” dedi Noyan Sert, aramızdaki sessizliği değerlendirerek. “Bulabilir misiniz bu meret tabancanın nereden çıktığını?”
Konuşmaya başlamadan önce bir kez daha ayak değiştirdim. Telefonun ahizesini dayadığım kulağımı da. Beni çok iyi dinlemesini sağlamalıydım.
“Noyan Bey,” dedim. “Hiç sonuçlanmayacak gibi görünen şeylerden sonuçlar çıkardığım olmuştur. Deneyebilirim. Ama peşinen söylemem gerek. Bir tabancanın