CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA - Celil Oker страница 7
Aynı anda çıktık otomobilden. Kapıyı kilitlemesini izledim sigaram ağzımda, ama yakmadan. Sonra arkasından yürümeye başladım kaldırımda.
Bahar Sitesi Yaprak Apartmanı’nın girişine bahçeden yükselen sekiz-on basamaktan sonra erişiyordunuz. Kendi evine gider gibi rahat ilerleyen kabak kafalı adama, demir kapının anahtarını cebinde ararken yetiştim. Yandaki düğmeleri hızla gözden geçirdim o kapıyı açarken.
Kapı girişindeki zil butonlarına inanacak olursanız, Sert soyadlı kimse oturmuyordu bu apartmanda. İnanmadım elbette.
Sonra içeri girdik. Girişteki posta kutularının üzerinde yalnızca daire numaraları vardı. Kılavuzum duvardaki otomatiğin düğmesine bastı. Sonra merdivenlerden yukarı yöneldi. Yönetimin duyuru panosuna uzun boylu bakamadan ben de peşinden.
Bir kat çıktık. Kılavuzum hiç duraksamadı. Bir kat daha çıktık.
Deminden beri elinde tuttuğu anahtarlıkla, üçüncü katın merdivenlerinin bittiği köşenin tam karşısındaki kapıya saldırdı. İki ayrı kilidi olan, tahta görünümlü çelik bir kapıydı. Gözetleme deliğinin üstündeki levhada bir grafik tasarımcının seçtiği belli olan harflerle adı yazılıydı, birkaç gün önce terki diyar etmiş komşumun. Nihayet. Nurullah Sert.
Kılavuzum çelik kapının alttaki kilidine soktuğu anahtarı uzun uzun çevirdi. Sonra ikinci kilidi kullanmadan kapıyı açtı. Daha tüm vücudu içeri girmeden elini uzatıp kapının yanındaki düğmeye bastı. Antre aydınlandı. Peşinden içeri girdim. Demir kapı kunt bir sesle kapandı ardımdan. Burnuma beklediğim koku gelmedi. Uzun süredir havalandırılmamış yalnız yaşayan ihtiyar evleri kokusu yoktu.
Tam karşımda kocaman bir buzdolabı vardı. Sağdaki açık kapıdan gördüğüm ince uzun mutfağa sığmayacak kadar büyük, yerleştirildiği yeri yadırgamış bir Westinghouse. Mutfak kapısının hemen ötesindeki buzlu camlı kapının arkasında, apartmanın dışındaki bahçeye üstten bakan bir salon olmalıydı. Sola giden koridorda arkadaki odalarla banyo vardı mutlaka.
Kılavuzum önce paltosunu çıkardı, Westinghouse’un çaprazındaki portmantoya astı. Sonra ayakkabılarını çıkardı, portmantonun alt tarafındaki ayakkabılıktan bir terlik çekti, giydi. Kendi terliği gibi giydi terliği. Paltosunun altından V yakalı koyu sarı bir kazak, alacalı bir kravatla beyaz bir gömlek çıktı. Paltosunun gösterdiğinden daha ince bir gövdesi vardı.
Ona uymadım. Paltomun düğmelerini açtım yalnızca.
“Buyurun,” dedi bana sonra, buzlu camlı kapıyı göstererek.
Buzlu camlı kapıyı açıp salona girdim. Kılavuzumun yapması gerekenleri yapması için kenara çekildim sonra.
Kabak kafalı adam, önce kapının yanındaki düğmeye dokundu, sonra sanki bir şeylere hayıflanıyormuş gibi homurdanmaya benzer anlaşılmaz sesler çıkararak perdelere saldırdı. Dört kollu avizenin şıngırtılı ışığının altında göze ilk çarpan şeyler de, koyu mavi ağır perdelerdi. Yalnız yaşayan ihtiyar kokusu yoktu ama sanki perdeler yüzünden ağırlaşmıştı hava bu odada. Perdeler hışırtıyla yana çekilir, açılan pencerelerin ardından pis bir İstanbul kışında ne kadar temiz hava gelebilirse o kadarı gelirken ben salonu gözden geçirdim.
İlk göze çarpan şey benimkinden epeyi büyük olan televizyondu. Altındaki krom rengi sehpada video, DVD çalar ve Digitürk’ün cihazı üst üste yatıyordu. Televizyonun tam karşısında, gördüğüm en kocaman sallanır koltuk duruyordu. Yanındaki sehpada üç uzaktan kumanda ve telefonla. Telefon benim almayı sık sık aklımdan geçirdiğim, telesekreterli kablosuz bir cihazdı. Koltuğun öteki yanında, içinde tek bir basılı kâğıt olmayan bir gazetelik vardı. Yerler kısa tüylü, duvardan duvara sarı bir halıyla kaplıydı. Kare yemek masası, soldaki pencerenin önünde duvara dayanmıştı. Yalnızca iki kenarında sandalye vardı. Kapının yanındaki duvar, uzun, yüksek arkalıklı deri bir divan tarafından boydan boya işgal edilmişti. Kapının öteki yanından başlayan camlı vitrinde, çok sayıda içki şişesi sergileniyordu. Vitrinin bir katı, telkari işlemeli bir eski zaman nalını ve yüzükoyun duran bir fotoğraf çerçevesi dışında boştu. Tüm duvarlar, birbirini izleyen baklava desenli duvar kâğıdıyla kaplıydı. Duvar kâğıtlarının üzerinde altı noktada, daha koyu renkli dikdörtgen bölgeler vardı. Pencerelerin altında çıplak kalorifer radyatörleri uzanıyordu.
Nurullah Sert’in oturma odasında başka eşya yoktu. Sehpanın üzerinde kül tablası da.
Ayakta kalakaldım. Ağzımda yanmamış sigara.
Kabak kafalı kılavuzum işini bitirince elini, hey gidi hey, der gibi salladı.
“Arkada iki oda daha var,” dedi yüzüme dik dik bakarak. “Mutfak balkonu hariç 120 metrekare.”
Anladım birden.
Doğruyu bilmesinin işime gelip gelmediğini kestiremediğim için açıklama yapmadım ama. Başımı salladım. Vitrine doğru ilerleyip yüzüstü yatan çerçeveyi elime aldım. Fotoğraf çektirmek için giyinip süslenmiş dört kişi vardı fotoğrafta. İki kadın, iki erkek. Erkekler birbirlerine, kadınlar hepsine düşman gibi duruyorlardı. Yine de sırıtıyorlardı kuşkusuz fotoğrafçının komutlarına uyarak. Fotoğrafı daha fazla incelememe kılavuzumun sırtımda hissettiğim bakışları engel oldu. Çerçeveyi yerine bırakıp pencereden dışarıdaki manzaraya baktım. Sokak lambasının ışığı yapraksız dalların arasından çarpıyordu insanın gözlerine. Baharda manzaranın hoş olacağı açıktı.
Geri döndüm.
“Bakalım,” dedim.
Buzlu camlı kapıdan çıkıp loş koridorda yürüdük. Ben öndeydim. Soldaki kapıyı açtım kapadım. Küçük, alaturka bir tuvalet vardı burada. Sağdaki kapıyı açtım.
Küçük bir odaydı bu. Yalnızca küçük bir dolap, beyaz bir pikeyle örtülmüş bir yatak ve yatağın başucunda bir komodin vardı. Yerler çıplaktı.
“Sürekli hemşire gerekirse diye şey ettiydik,” dedi arkamdan kabak kafalı kılavuzum.
Cevap vermedim.
Sonra gelen kapının kolçağı çıkarılmıştı. Duraksadım. Kılavuzum konuşmaya gerek duymadan eliyle omzuma hafif dokunarak yol gösterdi bana. Koridorun sonundaki üçüncü kapıya yöneldim. Ağır ağır açtım.
Soğuktu bu oda. Pencereler açıktı, kareli tül perdeler çok hafif uçuşuyordu. İnce, uzun bir odaydı. Kılavuzum ışıkları yaktı arkamdan uzanıp. Tam ortada odayı gereksiz daraltan kolonlardan aradaki duvarın yıkılıp iki odanın birleştirildiğini gördüm ortalık aydınlanınca.
Başı odanın dibindeki duvara bitişik iki kişilik koca demir borulu karyola, Konya’nın hangi eşraf konağından getirilmişse, getirildiği günkü kadar parlak, getirildiği günkü kadar ışıl ışıl duruyordu. Üstünde, Gülsüm Hanım’ın çeyizinden dün çıkarılmış kadar taze ve temiz görünen örtüler vardı. İşlemeli, ele gelir bir kumaştan örtüler. Tabloyu birbirlerinden hiç ayrılmamışa benzeyen iki kırlent yastık