CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM - Celil Oker страница 12
“Yardımcınız Gülnur biliyorsa bütün ofis biliyor demektir,” dedim. “Kuşkunuz olmasın.”
“Ciddi misiniz?” dedi.
Cevap vermedim.
Çayım sıcak olsaydı üst üste iki yudum alabileceğim bir süre geçti. Ses çıkmadı Sezin Sabuncu’dan. Çayım soğuktu, sadece bekledim.
“Öbür mesele?” dedi sonra.
“Polis o kadar hızlı olamaz,” dedim. “İsterseniz, ‘Ben başka bir yerde tedavi ettireceğim,’ diyerek alırsınız oğlanı oradan. Acildeki polise de, ‘Ne olduğu hakkında bir şey bilmiyorum,’ dersiniz.”
“‘Hastanızın burada olduğunu nereden haber aldınız?’ derlerse ne diyeceğim?”
İyi soruydu. Biraz düşündüm.
“Remzi Bey?” dedi. “Alo?”
Garson, üç afili fincan yüklediği askısıyla yanımdaki otomobile yaklaştı.
“Alo?” dedi Sezin Sabuncu. Sırtında “Polis” yazan yelekliler, konuş Remzi Ünal, dedi aklımın içinden.
“Canım uydurun bir şeyler,” dedim. “Dün gece nerede olduğumuzu ben söylemediğim sürece sizi bağlayamazlar olaya.”
“Teşekkür ederim, size güveniyorum,” dedi Sezin Sabuncu.
“Ben de,” dedim.
Hafif bir gülümseme belirdi sesinde.
“Siz ne yapacaksınız şimdi?”
Ne yapacağımı biliyordum, bunu ona söylemedim.
“Ben ararım sizi,” dedim.
“Benim aramamda sakınca var mı?” dedi Sezin Sabuncu. “Bu numaradan?”
“Yok,” dedim. “Her aradığınızda açılmayabilir ama.”
“Tamam,” dedi. “Çok teşekkür ederim.”
“Ben de,” dedim telefonumun kapat tuşuna basmadan önce. Telefonu torpidoya yerleştirmek için eğildim, doğrulduğumda garson sol yanımdaydı.
“Abi, neden saklıyorsun telefonu oraya?” dedi yüzünde sevimli bir gülümsemeyle. “Ararlarsa?”
“Hiç sevmediğim birilerinin arama ihtimali var,” dedim. “Borcum ne?”
“İçmemişsin abi,” dedi. “Beğenmediysen borcun yok.”
“Sağ ol,” dedim. “Senin gibiler azaldı, biliyor musun?”
“Abi, biz hep buradayız,” dedi.
Eline patrondan saklayacağı kadar çok para tutuşturdum. Otomobilimi çalıştırdım. Yanımdakinde kızlar oğlana heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyorlardı. Boğaz’ı onlara bıraktım. Boğaz turu yapan motordan duyulan Tarkan şarkılarını da…
Şimdi meccani hizmet verdiğim müşterilerime kısa bir rapor verme zamanıydı. İhtiyarlar aranıp sorulmayı beklerdi. Yola koyuldum.
Boğaziçi Üniversitesi’nin önüne gelene kadar “Take Five” dinledim teybimde. İyi geldi. Saksofon ruhumu onardı.
Az ilerideki tüp gaz bayiinin önünden sola saptım, aşağıya indim. Öğrenci kılıklı gençler yok oldu birden. Kapının önünde laflayan teyzeler çoğaldı. Onlardan korkmazdım.
Daralan yolda karşıdan gelen polis aracına yol vermek için sağdaki sokağa soktum otomobilimin burnunu. İçindeki dört polis hep birden bana baktı. Kendilerine gülümsedim. Kullanan polis eliyle selam verdi. Geçtiler.
İçim sıkıldı birden.
İlerledim. Uzaktan gördüm. Yıldız Turanlı’nın büyük bir kesinlikle, doğru tarif ettiği iki katlı mavi boyalı evin önü kalabalıktı. Adamlar, kadınlar, çocuklar. Sokağın ilerisine kadar bir göz attım. Başka polis otomobili yoktu.
Yoktu ama canımın sıkıntısı devleşti, hara’mda, anatomik yerini tam olarak bilmediğim bir yerlerde kıpırtılar büyüdü, beynimin arka yerlerinde alarmlar çaldı.
Yok, hayır, öyle değildir dedim içimden.
4. BÖLÜM
Sokağa yayılan kalabalıkta kimseye dokunmamak için iyice yavaşladım. Hisarüstü ahalisinin yüzünde Gezi’den beri görmeye alıştığımız türden bir öfke vardı. Yabancı bir otomobilin içindekine kadar süzülme ihtimali taşıyan bir öfke. Yüzümde mecburi bir empati ifadesiyle yokuştan aşağıya ilerledim. Korna falan çalmadım. Öncelik onlarındı.
Evi geçtikten sonra kalabalık azaldı. Hâlâ gelenler vardı. Gidenler de. Biraz hızlanabildim. Sokağın hafif genişlediği noktada, epeydir kapalı olduğu anlaşılan bisiklet tamircisinin önüne park ettim otomobilimi. Çıktım. Kapıyı kilitlemedim.
Yukarıya doğru yürümeye başladım. Gözüm evin önünde toplanan kalabalıktaydı. İnsanlar gruplar halinde duruyorlardı. Bekliyorlardı.
İki katlı evin bahçe kapısına yaklaştıkça yoğunlaşan kalabalığın arasında evimin salonunda gibi yürümeye çalıştım. Bakışları umursamadan. Kimse yanıma yaklaşmadı.
Yeni boyanmış demir bahçe kapısının önünde, sigaradan sararmış bıyıkları Nietzsche’ninkine benzeyen bir adam duruyordu. Olağanüstü durumun sakin örgütleyicilerinden biri gibi… Elinde bir baston vardı. Sapı yumuk bir elcik değil, kocaman bir yuvarlak olan bastonlardandı. Güneş gözlüğü bıyıklarına hiç yakışmamıştı.
Kapıya yaklaşınca başı bana döndü. Ağzını açmadı. Yanındakiler iki adım açıldılar. Bir bana, bir adama baktılar. Çoğunluğu gençti. Delikanlılar.
Kapı bekçisinin seslendirmediği soruyu doğru cevaplamam gerekirdi. Yaradana sığındım.
“Başımız sağ olsun,” dedim.
“Dostlar sağ olsun,” dedi yere bakarak.
İhtimalleri kafamın içinde hızla elden geçirdim. Çok vaktim yoktu.
“Hanife Hanım nasıl?” dedim.
“Nasıl olabilirse işte,” dedi adam. “İnsanın oğlu…”
Hassiktir, dedim içimden. Hassiktir! İkinci sorum kolaydı.
“Haslet amca?”
“O daha iyi gibi ama göstermez acısını öyle kolay.”
Biliyormuşum gibi kafamı salladım. Çevremizdeki delikanlılar ikimize yaklaştılar. İyiydi bu galiba.
Evet,