CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-SEN ÖLÜRSÜN BEN YASARIM - Celil Oker страница 6
Asansörde tek başımaydım bu kez. Kabinin bir duvarını kaplayan aynadaki görüntüme bakmadım. Kim olduğumu biliyordum. Neler yapabileceğimi, neler yapamayacağımı biliyordum. Kimden kaçmam, kimin peşine düşmem gerektiğini biliyordum. Eskisinden daha iyi biliyordum hiç olmazsa.
Asansör beni O’Connor Consulting’in tam ortasına bıraktı. Tüm katı işgal ediyorlardı demek ki. Ama yine de tam karşıdaki, bu kez kalın camdan yapılmış resepsiyon masasındaki kıza ifadenizi vermek zorundaydınız.
Kız, aşağıdaki adamın aksine günün keyfini çıkarıyor gibiydi. Bunun nedeninin maaşı mı yoksa yılda iki kere aldığı iletişim eğitimi mi olduğunu bilemezdiniz elbette.
Eve metroyla dönüyorsa, Atatürk Oto Sanayi’nin çıraklarını heyecanlandıracak askılı bir bluz giymişti. Dudakları saçının rengindeydi, olgun portakal. Burnu görüntüsüne göre biraz kocamandı.
En işe yarar gülümsememi takındım.
“Sezin Sabuncu’yu görecektim,” dedim. “Geleceğimi biliyor. Remzi Ünal benim adım.”
Gülümsememe cevap verdi. Tezgâhındaki telefonu kaldırdı.
“Sezin Hanım, Remzi Ünal Bey geldi,” dedi ahizeye. Bekledi. Bana döndü sonra.
“Biraz bekler misiniz?” dedi sağ tarafımızdaki deri kanepeyi işaret ederek. “Gelecek Sezin Hanım.”
Teşekkür ettim. Oturmadım ama. Nedense içimde bir his fazla beklemeyeceğimi söylüyordu.
Haklı çıktım. Daha deri kanepenin solundaki Hitit bira küpü boyutunda saksıdan tavana doğru uzayan devetabanının yanına doğru üç adım atmıştım ki arkamda seri topuklu sesleri duydum. Döndüm.
Sezin Sabuncu boydan boya cam kayar kapıdan geçmiş, bakışlarını kabul alanında gezdirerek yürüyordu. Beni görünce gülümsedi. Çok değil.
Dünkünden farklıydı kıyafeti. Hakama gitmiş, diz hizasında ama cömert yırtmaçlı soluk mavi bir etek gelmişti. Bol bluzu çok alaca bulaca desenliydi. Üstten iki düğme açıktı. Saçları iki yana ortadan bölünmüştü. Kararlı plaza kadını adımlarıyla yürüyordu.
İki adım öteden uzattı elini, ben de bir adım attım, o sağlam el sıkışını deneyimledim.
“Günaydın,” dedi gözlerinin içi gülerek, dudaklarıyla değil. “Haberler iyi değil ama…”
“Günaydın,” dedim. “Hayırdır?”
Resepsiyondaki kıza doğru bir bakış atıp beni geldiği kapının tam karşısındaki geniş pencerenin önüne doğru sürükledi dokunmadan.
“Vehbi ortada yok,” dedi. “Sabah gelmemiş. Telefon da etmemiş hastayım falan diye…”
Buyurun buradan yakın, dedim içimden.
“Siz bir arasanız…”
“Aradım,” dedi. “Sizin gibi benim de var bir-iki soracağım. Aradım. Kapalıydı telefonu.”
Yan yana, pencereden dışarı bakıyorduk. Peş peşe, ardı ardına uzanan çirkin plazalar. Pencereleri açılmayan. Sıçrasam geçeceğim kadar yakın neredeyse. Örümcek Adam artık rahatça gelebilir İstanbul’a, dedim içimden. Gelmezdi ama. Buraların haydutlarıyla baş edemeyeceğini bilirdi.
“Sık sık yapar mıydı bunu?” dedim.
“Hayır,” dedi Sezin Sabuncu. “Mesai konusunda katı kuralları vardır şirketin. Kuryeler işten kaytarmak için başka yöntemler kullanırlar.”
“Kaç kuryeniz var?”
“Üç. Neden?”
“Belki kurye arkadaşları biliyordur nerelerde olduğunu,” dedim. “Hani işleri kendi aralarında paslaşmak falan…”
“Bizimki pek içli dışlı değildir ötekilerle ama olabilir. Bir bakayım. Siz burada biraz bekler misiniz? Hemen gelirim.”
“Acele etmeyin,” dedim.
Bu kez oturdum deri kanepeye. Sezin Sabuncu’nun kapıya doğru ilerlemesini, kapının iki yana kayışının ardından girip sağdan kayboluşunu seyrettim. Dışarıdakinden daha güzel bir manzaraydı. Rahattı da. İçinde gömülüp buraya ne için geldiğinizi unutabilirdiniz.
Resepsiyondaki kızla bakıştık. Artık arkadaş sayılırdık, karşılıklı gülümsedik.
Burada sigara içilmeyeceği, bu yönde bir tabela olmamasına karşın apaçıktı. Aklımdan bile geçirmedim.
“Bir şey içer miydiniz?” dedi Hollanda milli takımının forma renginde saçları ve dudakları olan resepsiyoncu kız.
“Hayır,” dedim. “Teşekkür ederim.”
Bir daha gülümsedi.
Kayar kapı açıldı bir-iki kere. Sezin Sabuncu’nun erkek versiyonları, laptop çantalarıyla asansöre yürüdüler. Bana bakmadılar bile.
Üçüncüde Sezin Sabuncu göründü. Aynı kararlı adımlarla bana doğru yürüdü. Ayağa kalkmamıştım. Hemen yanıma oturdu. Yırtmacının izin verdiği kadarıyla bacak bacak üstüne attı.
“Kuryelerden biri dışarıda, işteymiş,” dedi. “Diğerine haber yolladım, gelecek.”
Deminkinden alçak sesle konuşuyordu.
“Teşekkür ederim,” dedim.
Eteğinin bir köşesinde benim göremediğim bir kırışıklığı düzeltti.
“Bir şey içer miydiniz?” dedi.
Ben de alçak sesle konuştum.
“Teşekkür ederim,” dedim. “İstemem. Burada çaktırmadan sigara içtiğiniz bir yer var mı? Yangın merdiveni çıkışı falan?”
Kafasını hafifçe geri atarak güldü.
“Var, var,” dedi. “My bad! Gelin.”
Ardından ben de ayağa kalktım. Sezin Sabuncu resepsiyoncu kıza yaklaştı.
“Kurye Orhan gelecek birazdan,” dedi. “Ona Dumantepe’ye geçtiğimizi söyler misin?”
“Tabii Sezin Hanım,” dedi kız.
Kayar kapı bu kez ikimiz için açıldı. Peşinden girdim. Kapının bitişiğindeki duvardan sola döndük. Mutfak gibi bir yerde, buzdolabıyla tezgâhın arasından ilerledik. Çay bardakları yıkayan türbanlı, üniformalı kadına bakmadı bile Sezin Sabuncu. Üzerinde “Fire Exit” yazan demir kapıyı ittirdi. Kapı hafif direndi kadına. Yardıma niyetlenmedim. İkincide izin verdi çıkmamıza.
Deprem