Kanaldaki Kadın. Пер Валё
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kanaldaki Kadın - Пер Валё страница 6
Martin Beck ellerini arkasında kavuşturmuş, ağırlığını bir topuğundan diğerine vererek dikildiğini fark etti, devriye polisliği yaptığı yıllardan kalma, bilinçsizce sürdürdüğü ve kırılması neredeyse imkânsız bir alışkanlık. Ayakta durmuş, ilk rutin soruşturma sırasında çizilen tebeşir izlerinin yağmur tarafından çoktan yıkandığı yerdeki gri ve hiçbir ilginçliği olmayan zemine bakıyordu. Martin bunu yaparak epey oyalanmış olsa gerekti çünkü çevresinde bir dizi değişiklik olmuştu. Kafasını kaldırıp baktığında küçük, beyaz bir yolcu gemisinin epey hızlı bir şekilde kanal havuzlarından birine yaklaştığını gördü. Tarak dubasının yanından geçerken yirmi kadar fotoğraf makinesi ona çevrildi ve durumu daha da abartılı hale getirirmiş gibi, taramayı yürüten baştarakçı da kabininden çıkıp yolcu gemisinin fotoğrafını çekti. Martin Beck mendirekten geçen gemiyi gözleriyle takip ederken bazı çirkin ayrıntıları fark etti. Geminin gövdesinde biçimli çizgiler vardı ama direği kesilmişti ve eskiden yüksek, düz ve güzel olduğu belli olan bacanın yerinde tuhaf, modern, küçük bir teneke kapak duruyordu. Geminin içinden bir şeyin gümbürtüsü geliyordu. Bu dizel motor olmalıydı. Güverte turist doluydu. Hemen hemen hepsi yaşlı ya da orta yaşlıydı ve birçoğu çiçek şeritli hasır şapka takıyordu.
Geminin adı Juno’ydu. Martin, Ahlberg’in ilk tanıştıkları gün bu addan bahsettiğini hatırladı.
Şimdi dalgakıranın üstünde ve kanal rıhtımı boyunca bir sürü insan vardı. Kimileri balık tutuyor, kimileri güneşleniyordu ama çoğu gemiyi seyretmekle meşguldü. Martin Beck, saatler sonra ilk kez konuşmak için bir sebep buldu.
“Bu gemi her gün hep bu saatte mi geçiyor?”
“Evet, Stockholm’den geliyorsa öyle. Saat yarımda. Diğer yöne giden daha sonra geliyor, dörtten hemen sonra. Vadstena’da buluşuyorlar. Orada demir atıyorlar.”
“Burada bir sürü insan var, kıyıda yani.”
“Gemiyi görmeye buraya iniyorlar.”
“Hep bu kadar insan oluyor mu?”
“Genellikle.”
Konuştuğu adam ağzındaki pipoyu çıkarıp suya tükürdü.
“Öylece dikilip bir grup turisti izlemekten zevk alıyorlar herhalde.”
Martin Beck kanalın kıyısı boyunca geri yürürken küçük yolcu gemisinin yanından tekrar geçti. Şimdi yarısına kadar gelmiş olduğu üçüncü kanal havuzunda sakince yükseliyordu. Bazı turistler karaya inmişti. Bazısı geminin fotoğrafını çekiyordu, diğerleri de kıyıdaki büfeye üşüşmüş, kartpostal ve Hong Kong’da üretildiği kesin olan plastik hediyelik eşyalar alıyordu.
Martin Beck’in zaman sıkıntısı olduğu pek söylenemezdi, bu nedenle devlet bütçesine içten içe duyduğu saygıdan dönüşte taksi yerine otobüse bindi.
Otelin lobisinde hiç gazeteci yoktu, resepsiyona mesaj bırakan da olmamıştı. Odasına çıktı, masaya oturdu ve Meydan’a baktı. Aslında polis merkezine gitmesi lazımdı ama öğle yemeğinden önce iki kere uğramıştı zaten.
Yarım saat sonra Ahlberg’e telefon etti.
“Selam. İyi oldu aradığın. Savcı burada.”
“Ve?”
“Saat altıda basın toplantısı düzenleyecek. Endişeli görünüyor.”
“Öyle mi?”
“Senin de orada olmanı istiyor.”
“Olacağım.”
“Kollberg’i de getirir misin? Ona haber vermeye fırsatım olmadı.”
“Melander nerede?”
“Benim elemanlardan biriyle dışarıda, iz peşindeydi.”
“Önemli bir şey çıkacağa benziyor muydu?”
“Hayır, sanmam.”
“Peki başka?”
“Başka bir şey yok. Savcı basın konusunda endişeli. Diğer telefon çalıyor.”
“Hoşça kal. Görüşürüz.”
Martin Beck masada boş boş oturmaya devam edip bütün sigaralarını içti. Sonra saate baktı, kalktı ve koridora çıktı. Üç kapı gidip durdu, kapıyı tıklattı ve her zamanki tavrıyla sessizce ve çok hızlı bir şekilde içeri girdi.
Kollberg yatağa uzanmış bir akşam gazetesi okuyordu. Ayakkabılarını ve ceketini çıkarmış, gömleğinin düğmelerini açmıştı. Beylik tabancası kravatına sarılı vaziyette komodinin üzerindeydi.
“Bugün on ikinci sayfaya kadar düşmüşüz,” dedi. “Zavallılar, epey sıkıntı çekiyorlar.”
“Kim?”
“Şu muhabirler. ‘Motala’da canice katledilen kadınla ilgili gizem perdesi kalınlaşıyor. Sadece yerel polis değil, Ulusal Polis Teşkilatı’nın Cinayet Masası bile kör karanlıkta çaresizce dolanıyor.’ Bunları nereden uyduruyorlar merak ediyorum.”
Kollberg şişmandı ve birçok kişinin onu yargılarken feci hatalara düşmesine sebep olan lakayt, şen bir havası vardı.
“‘Vaka, ilk başta sıradan bir hadise gibi görünse de giderek daha karmaşık bir hal aldı. Soruşturmayı yürütenler açıklama yapmıyorlar ama birçok farklı olasılık üzerinde çalışmaktalar. Boren’deki çıplak hatun…’ Of, ne zırvalık!”
Yazının geri kalanına şöyle bir göz atıp gazeteyi yere fırlattı.
“Güzel hatunmuş, ne demezsin! Çarpık bacaklı, kocaman kıçı ve küçücük memeleri olan gayet sıradan bir kadın. Kocaman bir apışı vardı, tabii,” dedi Kollberg. “Talihsizliği de oydu,” diye ekledi filozofça.
“Onu görmüş müydün?” diye sordu Martin Beck.
“Tabii ki, sen görmedin mi?”
“Sadece fotoğraflarını.”
“Ben kendisini gördüm,” dedi Kollberg.
“Öğleden sonra neler yaptın?”
“Sence? Kapı kapı gezip not aldım. Hepsi çöp! On beş ayrı adamı ortalığa salmak mantıksız. Herkesin olayları değerlendirip anlatma şekli başka. Kimisi tek gözlü bir kedi gördüğüne dair dört sayfa yazıyor, kimisi evdeki çocukların sümüklü