Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü. Samuel Johnson

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü - Samuel Johnson страница 6

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü - Samuel Johnson

Скачать книгу

çoğaltmaya mecbur bırakması geldi. Bu, tutmak zorunda olduğum bir söz değil, karşılığında bedel ödemem gereken bir seçimdi. Bu yüzden daha çok arzu ettiğim şeyi tatmin etmeye ve bilgi pınarlarından içerek merak susuzluğumu gidermeye karar verdim.

      Babamla olan bağlantımı kullanmadan ticaret yapmak zorunda olsam da bir geminin kaptanıyla tanışmak ve beni başka bir ülkeye geçebilecek gemi bulmak kolay oldu. Yolculuğumun rotasını tayin etme gibi bir niyetim yoktu. Daha önce görmediğim bir ülkede gezecek olmak bana yetiyordu. Böylece babama niyetimi açıklayan bir mektup bırakarak Surat’a doğru yola çıkan gemiye bindim.”

      9. Bölüm

      Imlac’ın Öyküsü Devam Ediyor

      “İlk kez suların dünyasına girip karayı gözden kaybettiğimde etrafıma mutlulukla karışık bir korkuyla baktım ve ruhumun sınırsız ihtimaller karşısında genişlediğini hissettim. Bu manzarayı hiç bıkmadan sonsuza dek izleyebileceğimi düşündüm. Ama çok geçmeden bu tekdüzeliği izlemekten sıkıldım, nereye baksam karşıma daha önce görmüş olduğum başka bir şey çıkıyordu. Sonra gemiyle ilgilenmeye başladım, bir an için acaba gelecekteki bütün mutluluklarım da bunun gibi bıkkınlık ve hayal kırıklığıyla mı sonlanacak diye endişelendim. ‘Yine de,’ dedim, ‘deniz ve kara birbirinden çok farklı: Suyun sunabileceği tek değişiklik durgunluk ya da hareketlilikten ibaret. Halbuki karada dağlarla vadiler, çöller ve şehirler var. Orada farklı gelenekleri, karşıt görüşleri olan insanlar yaşıyor. Bu yüzden doğada özlemini duyduğum çeşitliliği yaşamda bulabilirim.’ Bu düşünceyle zihnimi sakinleştirdim. Yolculuk boyunca kimi zaman gemicilerden daha önce hiç bilmediğim denizcilik ilmini öğrenerek ya da hiç yaşamama ihtimalim bulunan çeşitli durumlar karşısında neler yapmam gerektiğine dair yollar bularak kendimi oyaladım.

      Sağ salim Surat’a ulaştığımızda denizcilik uğraşlarından da bıkmak üzereydim. Paramı saklayabileceğim güvenli bir yer buldum, göstermelik bazı mallar alarak ülkenin iç kesimlerine doğru yol alan bir kervana katıldım. Yol arkadaşlarım, ne sebeptendir bilinmez, zengin olduğumu sezmişti. Meraklı sorularım ve hayran bakışlarım yüzünden de cahilin biri olduğumu anlayarak beni, kandırılmayı hak eden, eninde sonunda dolandırıcılık sanatından payına düşeni alacak bir acemi olarak mimlediler. Bu yüzden hizmetçilerin hırsızlıklarına ve zabıtların haraçlarına maruz kaldım. Onların, yalan dolanlarla soyulduğumu görmekten elde ettikleri tek kazançsa kendi bilgilerinin üstünlüğünün tadını çıkarmak oldu.”

      Prens “Bir dakika dur,” dedi. “İnsan kendisine hiçbir faydası dokunmayacağını bile bile başkasına zarar verebilecek kadar ahlaksız olabilir mi? Onların üstünlüklerinden memnun olmalarını kolaylıkla anlayabiliyorum; ama cehalet senin suçun ya da aptallığın değil sadece talihsizliğindi. Bu, onlara kendilerini takdir etmeleri hakkını vermez. Üstelik senin ihtiyaç duyduğun bilgiye onlar sahipti; bu bilgiyi sana ihanet etmek yerine pekâlâ seni uyararak da verebilirlerdi.”

      Imlac “Kibir” dedi, “nadiren hoş görülebilir, kendini acımasızlıktan pay sağlayarak var eder. Kıskançlık, mutluluğa kendi başına sahip olmaz; ancak başkalarının acılarıyla karşılaştırıldığında onu bulur. O adamlar benim düşmanımdı; çünkü benim zengin olduğum fikri onları kederlendiriyordu. Bana zulmediyorlardı; çünkü zayıf olduğumu görmek onlara zevk veriyordu.”

      “Devam et,” dedi Prens, “anlattıklarının doğruluğundan şüphe etmiyorum; ama belki onların gerekçelerini yanlış değerlendiriyorsundur.”

      Imlac, “Bu grupla birlikte, Yüce Moğol’un zamanının çoğunu geçirdiği şehre, Hindistan’ın başkenti Agra’ya vardım,” dedi. “Kendimi ülkenin dilini öğrenmeye adadım ve birkaç ay içinde bazısını huysuz ve ketum, bazısını sakin ve konuşkan bulduğum kültürlü insanlarla sohbet edebilir hale geldim. İçlerinden bazısı, kendi başına binbir zorlukla öğrendiği şeyi başkasına öğretmekte isteksizdi; ama diğer kısmı öğrenmenin nihai hedefinin bilgiyi başkasına aktarma onuruna erişmek olduğunu düşünüyordu.

      Genç prenslerin öğretmeninde o kadar iyi bir izlenim bırakmıştım ki beni imparatora ‘olağanüstü bilgilerin adamı’ olarak takdim etmişti. İmparator bana ülkem ve seyahatlerim hakkında birçok soru sormuştu. Şu an onun insanüstü bir güçle bahsettiği şeylerden hiçbirini hatırlamıyorum; ama beni bilgeliğiyle hayrete düşürmüş ve iyiliğiyle büyülemişti.

      Öyle büyük bir saygınlık kazandım ki birlikte seyahat ettiğim tüccarlar, onları saray hanımlarına övmem için bana başvurdu. Onların bu ısrarcı taleplerindeki özgüven karşısında şaşıp kaldım ve yolda bana karşı sergiledikleri tutumdan nazikçe yakındım. Beni hiçbir utanç ya da keder belirtisi göstermeden soğukkanlı bir umursamazlıkla dinlediler.

      Bunun üzerine isteklerini bir kez de rüşvet teklif ederek yinelediler. Ama ben iyilik için yapmadığım bir şeyi para için yapmazdım. Bana zarar verdikleri için değil ama başkalarını incitmelerine izin veremeyeceğim için onları reddettim. Çünkü benim saygınlığımı kullanarak mal satacakları kişileri de dolandıracaklarını biliyordum.

      Öğrenecek başka şey kalmayana dek Agra’da yaşadıktan sonra, eski ihtişamının birçok kalıntısını gördüğüm ve yeni pek çok yaşam tarzı barındırdığına şahit olduğum İran’a doğru yola çıktım. İranlılar son derece dost canlısı bir milletti. Bulunduğum meclisler bana her gün dikkat çekici bir başka kişilik ve davranışla tanışma ve insan doğasını tüm çeşitliliğiyle keşfetme fırsatı verdi.

      İran’dan Arabistan’a geçtim. Orada karşıma göçebe ve cengâver bir millet çıkıverdi: Yerleşik bir hayatları yoktu, sahip oldukları tek zenginlik, hayvan sürüleriydi. Göz dikilecek ya da kıskanılacak hiçbir varlıkları olmasa da çağlar boyu süregelen bir geleneği devam ettirerek tüm insanlığa karşı mücadele ediyorlardı.”

      10. Bölüm

      Imlac’ın Öyküsü Devam Ediyor: Şiir Üzerine Bir Deneme

      “Gittiğim her yerde şiirin en ulvi bilgi addedildiğini ve insanın onu kutsal âleme gösterilen türden bir saygıyla ele aldığını fark ettim. Neredeyse bütün ülkelerde en eski şairlerin en iyi şairler olarak kabul edilmesine bir türlü anlam veremiyorum. Bunun sebebi belki diğer tüm bilgiler aşama aşama öğrenilirken şiirin bir kerede bahşedilen bir hediye olmasıdır. Ya da her milletin ilk şiirinin insanları bir tür yenilik olarak şaşkına çevirmesi ve ilk başta kazara edindiği itibarı sonrasında herkesin rızasını kazanarak sürdürmesidir. Belki de ilk yazarlar, tasvir için en çarpıcı nesneleri tekelleri altına alıp olası tüm öyküleri çoktan anlattığı ve onları izleyenlere de aynı olayları tekrar tekrar anlatıp aynı hayalleri yeni bileşimlerle sunmaktan başka çare kalmadığı halde şiir, kendini hiç değişmeyen doğayı ve tutkuyu resmetmeye adadığındandır. Sebebi ne olursa olsun, ilk yazarların doğanın, takipçilerinin ise sanatın etkisi altında olduğu gözlemlenmiştir. İlki güç ve yenilikte, sonraki zarafet ve incelikte üstündür.

      Ben de adımı bu şanlı cemiyete eklemeye heveslendim. İran ve Arabistan’ın bütün şairlerini okudum, Mekke Camisi’nin duvarlarına asılan tüm eserler ezberimdeydi. Ama çok geçmeden kimsenin taklit yoluyla yücelemeyeceğini fark ettim. Mükemmeliyet arzum dikkatimi doğaya ve yaşama yönlendirdi. Benim konum doğa, dinleyicilerim de insanlar olacaktı. Görmediğim şeyi asla tasvir edemezdim.

Скачать книгу