Ölü Canlar. Николай Гоголь

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ölü Canlar - Николай Гоголь страница 26

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ölü Canlar - Николай Гоголь

Скачать книгу

böylesine sert laflara biraz şaşırsa da toparlandıktan sonra konuşmaya devam etti:

      “Tabii ki her insanın bir kusuru vardır ama yine de vali harika biri!”

      “Vali mi harika biri?”

      “Evet, öyle değil mi?”

      “Dünyada ondan daha büyük bir haydut yoktur!”

      “Nasıl yani? Vali mi haydut?” dedi Çiçikov. Valinin nasıl haydut olabileceğini bir türlü anlayamamıştı. “İtiraf edeyim, böyle bir şey aklımın ucuna dahi gelmemişti.” diye devam etti Çiçikov. “Ancak izin verin şunu belirteyim, davranışları hiç de haydut gibi değildir, hatta tam tersine onu çok yumuşak bile bulabilirsiniz.”

      Tam o sırada kanıt olması için valinin kendi elleriyle diktiği para kesesini bile gösterdi ve yüzünün şefkatli ifadesinden övgüyle söz etti.

      “Tam da bir haydudun yüzü!” dedi Sobakeviç. “Eline bir bıçak tutuşturup yola bırakın da görün bakalım, tek bir kapik için nasıl da bıçaklıyor insanları! Yardımcısı da ona benziyor aynı, Ye’cüc ve Me’cüc38 gibiler.”

      Çiçikov içinden “Hayır, birbirleriyle geçinemiyorlar.” diye düşündü. “Onunla emniyet müdürü hakkında konuşayım, sanırım arkadaşıydı.”

      “Ne var ki benim en çok hoşlandığım emniyet müdürü oldu. Ne kadar da doğru, dürüst bir adam; yüzünden bile iyi kalpli bir insan olduğu anlaşılıyor.”

      “Dolandırıcı!” dedi Sobakeviç oldukça soğukkanlılıkla. “Bir şeyler satar, sizi dolandırır, sonra da oturur sizinle yemek yer! Onların hepsini bilirim ben. Bütün şehir onlar gibi dolandırıcılarla dolu. Bir dolandırıcı diğeriyle oturur, bir diğer dolandırıcıyı çekiştirirler. Hepsi haindir onların! Düzgün tek bir kişi var aralarında, o da savcı; gerçi doğrusunu söylemek gerekirse domuzun tekidir.”

      Böylesine övgü dolu birkaç kısa sözün ardından Çiçikov, diğer memurlar hakkında hiçbir şey söylememesi gerektiğini fark etti; Sobakeviç’in hiç kimseyi sevmediğini ve onlardan iyi bir şekilde bahsetmeyeceğini anladı.

      “Haydi canım, yemeğe geçelim.” dedi karısı Sobakeviç’e.

      “Buyurun!” dedi Sobakeviç.

      Misafir ve ev sahipleri mezelerin bulunduğu masaya geçip olması gerektiği gibi birer kadeh votka içtiler, Rus diyarının enginliğinde her bir şehir ve köyde yaptıkları gibi çeşit çeşit salamuralar ve başka nimetlerden de atıştırdılar. Sonra tıpkı bir kaz gibi kıvrıla kıvrıla yürüyen ev sahibesinin ardından yemek odasına geçtiler. Küçük masaya dört servis açılmıştı. Dördüncü servisin sahibi kısa sürede ortaya çıktı; bir kadın mı, kız mı, akraba mı, evin bir çalışanı mı yoksa yalnızca evde yaşayan biri miydi; söylemesi zordu. Yaklaşık otuzlu yaşlarında, başı açık, üzerine alacalı bir kıyafet giymiş bir kadındı. Bu dünyada bir nesne gibi, cismin üzerindeki yabancı bir benek ya da leke gibi yaşayan insanlar vardır. Hep aynı yerde oturur, başlarını hep aynı biçimde tutarlar, onları neredeyse bir mobilya olarak saymaya hazırsınızdır ve ömürlerinde ağızlarından tek bir söz bile çıkmadığını düşünürsünüz; hizmetçi kızların odasında ya da kilerde görün bir de onları. Of ki ne of!

      Sobakeviç lahana çorbasından bir kaşık alıp yemek için çorbanın yanında servis edilen, koyun midesinin karabuğday lapası, beyin ve paçayla doldurulmasıyla hazırlanan nyaniyadan koca bir parça kopardıktan sonra:

      “Bugün lahana çorbası çok güzel olmuş canım!” dedi. Sonra Çiçikov’a dönerek “Bunun gibi nyaniyayı şehirde bulamazsın, orada neler neler koyuyorlardır içine!” diye ekledi.

      “Ama valinin evinde masa pek güzel yemeklerle donatılmıştı.” dedi Çiçikov.

      “Peki, bütün o yemekleri neyden yaptılar biliyor musun ki? Bilsen boğazından geçmezdi.”

      “Yemekleri nasıl pişirdiklerini bilmiyorum, o konuda bir şey söyleyemem ama domuz köftesi ve balık buğulaması enfesti.”

      “Size öyle gelmiştir. Ne de olsa pazardan alıyorlar malzemelerini. Valinin, bir Fransız’ın yanında yetişmiş hinoğlu aşçısı gider alışverişe, ona kedi etini tavşan eti diye yuttururlar.”

      “Of! Ne nahoş şeyler söylüyorsun!” dedi karısı Sobakeviç’e.

      “Onlar böyle yapıyorlarsa bu benim suçum değil ki ama canım. Bizim Akulka’nın, affınıza sığınarak söylüyorum, bulaşık leğenine attığı artıklardan çorba yapıyorlar! Evet çorba! Hepsini çorbaya koyuyorlar!”

      “Masanın başına geçince hep böyle şeyler anlatıyorsun!” diye itiraz etti bir kez daha karısı Sobakeviç’e.

      “Ama ne yapayım canım, bunu yapan ben değilim ki! Ama sana doğrudan söylüyorum, böyle pis şeyleri yemem ben. Bana şekere bulanmış kurbağa da verseler ağzıma koymam onu, istiridyeyi de öyle; istiridyenin neye benzediğini bilirim ben.” dedi Sobakeviç. Sonra da Çiçikov’a dönerek devam etti: “Koyun etinden de alın lütfen. Pirinç lapalı koyun kaburgası! Bey mutfaklarında pazarda dört gün boyunca sürünen koyunlardan yapılan yahnilerden değildir bu! Bunların hepsi Alman ve Fransız doktorların uydurması! Onları bunun için sallandırmak lazım! Açlıkla iyileştirme diye bir diyet uydurmuşlar! Onların zayıf Alman doğaları, Rus midesiyle başa çıkabilir sanıyorlar! Hayır, hepsi onların uydurması, hepsi…” derken tam o anda Sobakeviç sinirle başını salladı. “Eğitim, eğitim diye dürtüp duruyorlar insanı. Ne eğitimmiş be! Başka bir şeyler daha söylerdim de masanın başında hoş olmaz. Benim evimde öyle az yenmez. Eğer domuz pişirildiyse bütün domuz masaya getirilir, koyunsa bütün koyun, kazsa bütün kaz! En fazla iki çeşit yemek yerim ama canım ne kadar isterse o kadar yerim.”

      Sobakeviç tabağına koyduğu koyun kaburgasının yarısını mideye indirdi, kalan kemikleri de geriye hiçbir şey kalmayana dek kemirip bitirerek onun bu söylediklerini onayladı.

      “Evet, ağzının tadını iyi biliyor.” diye düşündü Çiçikov.

      “Benim evimde böyle olmaz.” dedi Sobakeviç ellerini mendile silerken. “Benim evimde Plyuşkin’in evindeki gibi olmaz. Sekiz yüz canı var ama benim çobandan daha kötü yaşayıp yemek yiyor!”

      “Kim bu Plyuşkin?” diye sordu Çiçikov.

      “Dolandırıcının teki. Öyle pintidir ki aklın almaz. Hapishanedeki tutuklu ondan daha iyi yaşam sürer. Bütün adamları açlıktan ölüp gitti.” diye cevapladı Sobakeviç.

      “Gerçekten mi?” diye merakla atıldı Çiçikov. “Gerçekten de bir sürü adamı öldü mü diyorsunuz?”

      “Sinek gibi ölmüşler!”

      “Demek sinek gibi ha! İzninizle sormak isterim. Sizden ne kadar uzakta yaşıyorlar?”

      “Beş verst ötede.”

      “Beş verst demek!” diye haykırdı Çiçikov, hatta kalbinin

Скачать книгу


<p>38</p>

İncil’de haydutluk yapan halkların elebaşları. (ç.n.)