Ölü Canlar. Николай Гоголь
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ölü Canlar - Николай Гоголь страница 25
Köy ona oldukça büyük görünmüştü; sağda ve solda birer kanat gibi açılmış, biri daha açık diğeriyse daha koyu, huş ve çam ağaçlarından oluşan iki orman vardı. Bu ormanların arasında asma katlı, kırmızı çatılı ve koyu gri ya da daha doğrusu soluk renkli duvarları olan ahşap bir ev görünüyordu. Ev, askerlerin ve Alman göçmenlerin kaldıkları yerlere benziyordu. Evin inşası sırasında mimarla ev sahibinin zevkinin devamlı çatıştığı belli oluyordu. Belli ki mimar kılı kırk yaran biriydi ve her şeyin simetrik olmasını istiyordu, ev sahibiyse rahatına düşkündü. Bunun sonucunda da evin bir tarafındaki bütün pencerelerin üstüne tahtalar çakılarak kapatılmış ve onların yerine, büyük ihtimalle çok daha fazla işine yarayacak olan karanlık kiler için küçük bir pencere kalmıştı. Mimar ne kadar çırpınırsa çırpınsın alınlık35 da evin ortasına denk gelememişti çünkü ev sahibi yan taraftaki bir kolonun çıkartılmasını buyurmuş, bu yüzden de daha önceden kararlaştırıldığı gibi geriye dört değil üç kolon kalmıştı. Avlu sağlam ve aşırı kalın ahşap çitlerle çevrilmişti. Belli ki toprak beyi dayanıklı olsun diye epey bir uğraşmıştı. Ahırlar ve mutfak için öyle ağır ve kalın tomruklar kullanılmıştı ki bir asır boyunca ayakta durabilirlerdi. Köylülerin ahşap kulübeleri de şaşkınlık verecek kadar iyi yapılmıştı. Düz duvara yontulmuş obruklar, oymalı motifler ya da başka bir işleme yoktu ama gerektiği gibi pek sağlam inşa edilmişlerdi. Hatta oradaki kuyu bile yalnızca değirmen ve gemi yapımında kullanılan sapasağlam tomruklardan yapılmıştı. Kısacası Çiçikov’un gördüğü her şey dayanıklı, sağlamdı ve sarsılmaz, hantal bir düzen içindeydi. Araba evin girişine yaklaşırken Çiçikov pencereden neredeyse aynı anda iki yüz birden gördü. Kafasına bir başlık takmış, salatalık gibi zayıf, uzun bir kadın yüzü ile Moldova kabakları gibi yuvarlak, tombul bir erkek yüzüydü. Rus topraklarında “gorlyanka” denen bu kabaktan, yirmili yaşlarındaki delikanlıların süsü ve eğlencesi olan iki telli, hafif bir balalayka yapılırdı; delikanlılar bembeyaz göğüslü, bembeyaz boyunlu genç kızlara göz kırpıp ıslık çalarak hafif hafif tıngırdatırdı balalaykalarını. Bu iki yüz de hemencecik kaybolup gitti. Giriş kapısından, üzerinde dimdik duran mavi yakalı gri kabanıyla uşak çıktı; Çiçikov’a, daha sonrasında ev sahibinin de geldiği sofaya kadar eşlik etti. Misafirini görünce kesik kesik, “Buyurun!” dedi ve onu evin içine götürdü.
Çiçikov göz ucuyla Sobakeviç’e bakınca ev sahibi bu sefer ona orta boy bir ayı gibi geldi. Bu benzerliği tamamlamak için tam bir ayı postu renginde frakı, uzun kolları, uzun pantolonu vardı; adımlarını yana açarak atar ve devamlı başkalarının ayaklarına basardı. Yüzünün rengi yanıp kavrulmuş bakır beş kapiklikler gibiydi. Dünyada, doğanın süslemek için çok az zaman harcadığı, eğe ya da burgu gibi hiçbir alet kullanmadan yalnızca baltayı omuzunun üzerinden kaldırıp vurarak yaptığı bazı insanlar vardır. Baltasını bir vurdu mu burun ortaya çıkar, bir kez daha vurur, dudaklar oluşur, büyük bir matkap ucu da kazıp gözleri çıkarır ortaya ve başka hiçbir yerini kazımadan “Yaşıyor!” diye gönderi-verilir dünyaya. İşte Sobakeviç’in de böyle sağlam ve hayret verici kaba bir görünüşü vardı. Aşağı eğik bir şekilde tuttuğu boynunu hiç oynatmazdı, bu yüzden konuşan kişiye çok nadir bakardı ama gözü her zaman ya sobanın köşesinde ya da kapıda olurdu. Çiçikov, yemek odasına gittiklerinde ona bir kez daha yan gözle baktı. Ayı! Tam bir ayıydı! Adının Mihail Semyonoviç olması da çok garip bir benzerlikti. Başkasının ayağına basma alışkanlığını bildiğinden Çiçikov, kendi adımlarını oldukça dikkatli seçti ve Sobakeviç’in önden gitmesi için ona yol verdi. Ev sahibi, kendisi de bu kusurunun farkında olacak ki: “Size rahatsızlık vermedim ya?” diye sordu. Ama Çiçikov henüz böyle bir rahatsızlık vermediğini söyleyerek teşekkür etti.
Misafir odasına girdiklerinde Sobakeviç koltuğu gösterip bir kez daha “Buyurun!” dedi. Koltuğa oturan Çiçikov duvarlara ve üzerinde asılı olan tablolara göz gezdirdi. Hepsi yiğit Yunan komutanlarının tam boy gravürleriydi: Kırmızı pantolonu ve üniforması, burnunun üstündeki gözlüğüyle Mavrokordatos, Miaoulis ve Kanaris36 resmedilmişti. Tüm bu kahramanların öyle kalın baldırları ve olağanüstü bıyıkları vardı ki insanı bir titreme alıyordu. Güçlü kuvvetli Yunanların arasında nereden ve ne diye çıktı bilinmez; çok zayıf, incecik komutan Bagration, aşağısında minik bayraklar ve toplarla, dapdar bir çerçeve içinde öylece duruyordu. Onu, tek bir bacağı günümüzdeki kurumlu salon beyefendilerinin gövdelerinden daha kalın olan, kadın bir Yunan kahraman Bobelina37 izledi. Kendisi de oldukça sağlıklı ve sağlam olan ev sahibi, odasını da tıpkı kendisi gibi insanlarla süslemek istemişti. Bobelina’nın yanında, tam da pencerenin dibinde, içinde Sobakeviç’e çok benzeyen, beyaz benekli, bir karatavuğun göründüğü bir kafes asılıydı. Misafir ve ev sahibinin suskunluğu henüz iki dakika sürmemişti ki misafir odasının kapısı açıldı; içeri oldukça uzun boyu, kafasında ev boyasıyla tekrar boyanmış kurdeleli başlığıyla ev sahibesi girdi. Kafasını palmiye gibi dimdik kaldırmış, oldukça ağırbaşlı bir şekilde girmişti odaya.
“Bu da benim Feoduliya İvanovna’m!” dedi Sobakeviç.
Çiçikov, kadının neredeyse dudaklarına yapıştırdığı elini öpmek için uzandı; üstelik kadının elinin de salatalık salamurasıyla yıkandığını fark etmişti.
“Tanıştırayım canım, Pavel İvanoviç Çiçikov! Kendisiyle vali ve posta müdürünün evinde tanışma şerefine nail olmuştum.”
Feoduliya İvanovna da başıyla kraliçeyi oynayan aktrisler gibi bir hareket yapıp “Buyurun!” diyerek Çiçikov’dan oturmasını istedi. Sonra kendisi de divana oturdu, yünlü merinos kumaşından şalını üstüne aldı ve bir daha ne gözünü ne de kaşını oynattı.
Çiçikov bir kez daha gözlerini yukarı dikti; kalın baldırlı, upuzun bıyıklı Kanaris’e, Bobelina’ya ve kafesteki karatavuğa baktı.
Neredeyse koca bir beş dakika boyunca herkes sessizliğini korudu; bu sessizliği, sadece karatavuğun ahşap kafesin dibindeki buğdayları ararken vurduğu gagasından çıkan tıkırtı bozuyordu. Çiçikov, bir kez daha odada şöyle bir göz gezdirdi; her şey olağanüstü sağlam ve hantaldı, ev sahibiyle aralarında tuhaf bir benzerlik vardı; misafir odasının bir köşesinde ceviz ağacından yapılma, dört bacaklı, şişkin ve garip görünen bir çalışma masası duruyordu; tıpkı bir ayı gibiydi! Masa, koltuk, sandalyeler… Hepsi de ağır ve huzursuz görünüyordu; yani her bir eşya, her bir sandalye “Ben de Sobakeviç’im!” ya da “Ben de Sobakeviç’e çok benziyorum!” diyor gibiydi.
Hiç kimsenin bir konuşma başlatmaya niyeti olmadığını gören Çiçikov:
“Geçtiğimiz
34
Hristiyan ve Musevilerde gelinin damada verdiği para ya da mal. (ç.n.)
35
Yapılarda cephe süsü. (ç.n.)
36
Yunanların Türk boyunduruğundan kurtulmak için verdikleri ulusal savaş dönemindeki komutanları. (ç.n.)
37
Aynı savaşta yer alan kadın çeteci kahraman. (ç.n.)