Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

tutmuş damların bütününden sızan kederden sıkılır, sonra duvarlarının yüzünde, kiremitleri arasında biten dam korukları, kuzu kulakları, yapışkanlarla âdeta birer türbeye dönmüş, delikleri, kovukları kargalara, çaylaklara, baykuşlara yuva olmuş bu damların altında geçirilen o aşırı fakir, o gamlı hayatı düşünür, gözleri sulanır, o üzüntüyle bütün bu memleket halkına şöyle bir nutuk çekerdi:

      “Ey hemşehriler! Niçin uyanıp bu sefalet tozundan, toprağından silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten ziyade kendinizde… Siz, sizi bu bilgisizlik ve geriliğe bağlayan fikirlere destek oluyor, bu fikirlerin tarafını tutuyorsunuz. Gerçekten fikirlerinizi açmaya uğraşanlara sövüp sayarak canlı, yeni, besleyici, güzel telkinlerini âdeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin bilgisizce hor görüşünüzden korkmasalar, lanetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, kokuşmaya dönen bu derin gerileme yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları iyi karşılamak için anlama gücü kazanmaya uğraşınız.”

      Bu üzüntüyle İrfan, “philosophie contemporaine (çağdaş felsefe)” kitaplığının açık tirşe kaplı kitaplarını masasının üzerine döker, haftalarca çalışarak “Evrim Kanunu”na ait uzun bir makale yazar ama yayımlanmak için gönderdiği gazetelerin hemen hepsinden, uzunluğu, açıklıktan ziyade yeniliğe uğraşılmış bir acayip üslupla yazılmış olması bahanesiyle geri çevrilirdi. Sonra, “Evrim Kanunu” makalesini lütfen bile kabul etmeyen gazetelerin sayfalarında fikri üslubundan bayat, ne bayağı yazılar görerek üzülürdü. Niçin böyle faydalı, ciddi makalelere rağbet eden yoktu? Hiçbir sağlam ilim temeline dayanmaksızın hemen her gün, fikir ve üslupça aynı bayağılıkta tekrarlanan adi şeyleri kötü bir alışkanlıkla okuyorlar; bu bayağı yazıların okuyucuları ilk bakışta anlaşılamayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, bir zihin gücü harcamaya bağlı bir cümleye rastlamaktan neredeyse korkuyorlar. Beynin de tembel kalan başka bir vücut organı gibi zayıflayacağını bilmeyerek bilgilerini genişletmeye, zihinlerini kuvvetlendirecek ciddi bir şekilde okumaya üşeniyorlar.

      Halk alaylara, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. İrfan, “Evrim Kanunu”na ait o nefis, besleyici makalesine karşılık hokkabaz Çiçekçioğlu’yla yardağı Salamon’un pis konuşmalarını andırır bir bayağılık yazıp göndereydi kim bilir bunu okumak için nasıl kırılacaklardı. Öyle, ciddi bir makaleyi yazmaya günlerce uğraştıktan sonra bunu bir gazeteye kabul ettirebilmek için âdeta koruyucular, iltimasçılar bulmak gerektiğini İrfan anladı. Eserlerini, gençlerin kalem sadakalarıyla yaşamaya uğraşan, okuyucuları sayılı bir haftalık gazeteye göndermeye başladı. İlk uzun makalesi çeşitli isimlerle birkaç kısma ayrılarak yayımlandı. Bu birinci eserini, basıldıktan sonra öylesine bilgince, araştırma mahsulü, nefis buldu ki bir defa, beş defa, on defa okumakla doyamadı. Oda kapısını kapayarak her gün birçok defa okuyor, her okuyuşunda başka bir zevk duyarak âdeta kendinden geçiyordu. Yalnız imla ve tertip bakımından birkaç yerde gösterdiği yanlışlıkla, düzeltemediği bir iki dizgi yanlışına pek canı sıkılıyordu. Bu yanlışlarıyla okuyucularının gözünde bilgisizliğine hükmedileceği korkusundan gelen büyük bir tasaya kapılıyor, ne yapacağını bilmiyor, o satırların içinden kazımakla, koparmakla o kelimeleri yok etme imkânını bulamayınca bütün bütün kederleniyordu.

      Makalesini yayımlayan gazeteyi kitapçı dükkânlarında çamaşır mandallarıyla diplere asılmış, yahut yerlere serilmiş gördükçe İstanbul’un bu yeni hürriyet havası içinde kendi manevi varlığından, düşünce gücünden tesir edici bir sebebin, bir kuvvetin dolaştığını hissederek gurura kapılıyor, gelip geçenlere: “Şu gazeteyi alıp ‘Evrim’ makalesini okuyunuz. Bakınız nasıl bir ciddilik, ne büyük bir inceleme, ne temiz bir ilerleme isteğiyle yazılmıştır.” diye bağırmak istiyordu. Her rastladığı tanıdıktan bu yeni makalesi hakkında bir övücü cümle işitebilmek için onun bunun ağzına bakıyor, o gazetenin adını söze katmak maksadıyla türlü başlangıçlar, vesileler buluyordu. Ama yazık ki hiç aldıran yoktu. Yayın dünyasına öyle bir makale çıktığından haberi olan tek bir kişiye rastlamıyordu. Sonra “nankörler” diye okuyuculara, o makaleden habersiz kalan okuyuculara veriştiriyordu.

      İrfan, şöhret hırsıyla yanıyor, kavruluyordu. Kendini herkese tanıtmak, bu ne kadar elde edilmesi güç bir işti! Acaba bu memleket, İrfan’daki zekâ cevherini takdir edebilecek bir anlayış çizgisine kadar hiçbir zaman yükselemeyecek miydi?

      Böyle ümitsizce düşünüyor, sonra çevresine karşı derin bir tiksinmeye kapılarak her şeyi, her şeyi insafsızca tenkide girişiyor, millî hâl ve âdetlerimizden hiçbirini beğenmiyor, hepsini değiştirmek gerektiğine inanıyordu.

      İrfan, gençliğin tasarısındaki ideal olan evlenme konusunda bile yürek sızlatıcı bir ümitsizlik, bir acılık, bir yüksünme içinde kalıyordu. Hayır, o, bu memlekette evlenmeyecekti. İşte ağabeysi Ragıp evlenmişti! Uyulması şart bir âdeti yerine getirmek için evlenmişti. Birkaç ay geçtikten sonra geçimsizlikler, dırıltılar baş göstermişti. Çünkü karı koca arasında hisçe, zevkçe, terbiyece bir uygunluk yoktu.

      Hele birbiri ardından iki çocuk doğduktan sonra kadına bir çapaçulluk, bir gevşeklik, bir yıpranma gelmiş, Ragıp’ın zevk ve iştah dolu bakışları ev dışında dolaşmaya başlamıştı. Kocalık bağlılığından ayrılışlarının ilk devirlerinde bu gece kayboluşlarına birer sebep bulabilmek için epey yorulmuş ama sonraları buna da lüzum görmeyerek gemi bütün bütün azıya almış, karı koca birbirlerinin başına âdeta birer bela olup kalmıştı…

      Bu tesirli örnek, bu ümit kırıcı örnek insanın gözü önünde durup dururken o nasıl evlenebilecekti? İrfan kendine eş olabilmek için el ele vererek gençliğin aşk dolu hayallerinde, altın ufuklarında ortak bir yükselme zevkiyle uçacak bir melek arıyordu.

      Onu nerede bulacaktı? Nerede? Hayalinin yavrusu olan bu müstesna vücudu, bu ideal periyi İstanbul’da değil, en medeni memleketlerin gelişme ve terbiye çevrelerinde bile tasarlayamıyordu. İstanbul’da kimi alacaktı? Gezinmek için mezarlıkların çimenleri üzerine çömelerek gelip geçenlere bezden paça bağlarını göstere göstere simit, akide şekeri, peynir, portakal yiyen hanım kızları mı?

      Hem böyle bir memlekette evlenmekten maksat ne olacaktı? Bu yosunlu damların altındaki kasvetli hayat içinde yaşamak, bu kirli sokakların bozuk kaldırımları üzerinde sürünmek veya evlat yetiştirmek için mi?

      Doğacak evladı yaşamanın nimetlerine ulaştırmak için zamanın ilerlemesine uygun bir okul hazırlamayı bile düşünmeyen bir milletin kahır içindeki, sefalet içindeki nüfusunu arttırmaya yardım etmek insanlığın iyiliğini istemek midir?

      İrfan böyle kederli kederli düşündükten sonra bazen sokakta bir siyah peçenin yarı koyuluğu altındaki fevkalade güzelliği, bir çeşit ruh çarpıntısıyla hissedilen bir genç kadına tesadüf ediyordu. Onun ince iskarpinlerle attığı gönül okşayıcı adımlarda, çarşaf altından omuzlarının yuvarlaklığında, göğsünün kabarıklığında, vücudun üst kısmını ayıran bel çizgisindeki kıvrıntılarda, çarşafın “en cloche” açıla açıla dökülüşünde öyle asalet dolu güzellikler, sanatlı incelikler, çekici ve yaraştırılmış ustalıklar keşfediyordu ki kadınlarımız hakkındaki kötü görüşlerini ve düşüncelerini unutarak içyüzünü kestiremediği bir dalgınlıkla bu rast gelinmiş çiçeğin güzelliğindeki çekiciliğe tutulup onun endamındaki

Скачать книгу