Zavallı Necdet. Saffet Nezihi
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Zavallı Necdet - Saffet Nezihi страница 6
Nezaket icabı gitmek gerekti. Gittim. Pembe köşke doğru ilerlemeye başladım. Ferid Saffet Bey beni selamlık kapısında karşıladı. Pederinin huzuruna çıktık. Zaten arada bir aşinalık vardı. Bana fevkalade iltifat buyurdular. Nihayet biraz mahcup bir tavırla dediler ki:
“Beyefendi oğlumuz; bundan sonra her iki aile bir vücut sayılabilir. Binaenaleyh bizim sırlarımız artık birbirimize gizli kalamaz. Sizi zaten pek sever, takdir ederdim. Ahlakınızdaki temizliği de işiterek iftihar eylerdim.”
Of, bu mukaddimeler ne kadar uzayıp gidiyordu! Kalbim de ne kadar şiddetle çarpmaya başlamıştı! Söylenecek bir sözü, dili altında dolaşıp duran bir cümlesi var, onu bir türlü söyleyemiyor.
Biraz tereddütle sözünde devam ederek dedi ki:
“Evet; gıyabınızda hüsnühâlinizi işitmekle iftihar ederdim. Şimdi aramızda hasıl olan akrabalık şerefi o iftiharı bir kat daha arttıracaktır. Buna şüphe yok.”
Kulaklarıma inanamayacağım geliyordu. Akrabalık! Aman Yarabbi; ne işitiyordum; akrabalık… Ben kendimden bahsedildiğine katiyen emindim. Ah, bu söz, bu akrabalık sözü kalbimi ne tatlı bir neşe içinde bırakmıştı. Ben artık dikkatle sözün nihayetini bekliyordum. O muhterem zat; zapt edemediğim bahtiyarlık eserlerini bir kere layıkıyla süzdükten sonra sözüne devam etti:
“İbrahim Şemsi Bey’i tanır mısınız?”
Böyle bir suale hedef olacağımı ümit etmiyordum. Alıklaşmışım. Tereddüdümü defetmek için izah etti:
“Erkânıharbiye binbaşılarından İbrahim Şemsi Bey’i?”
“Evet; tanırım. Hem pek güzel, layıkıyla tanırım. Mektebi Sultani’de altı sene birlikte tahsil gördük. Altı senelik bir hayat; insanı layıkıyla tanımak için kâfidir. Ben kendisini pek severim. Mektebi Sultani’den çıktıktan sonra asker olmak istedi. Harbiye mektebinde sınıfının daima birincisi olduğunu işitirdim. Tahsili fevkalade mükemmeldir. Hele Almanya’da beş sene devam eden askerliği güzel hatıralar bırakmıştır. Bunu yine kendi arkadaşlarından işitmiştim.”
Ben bu sözleri ezber edilmiş bir ders okur gibi söylüyordum. Biraz evvelki sualin bende hasıl eylediği şaşkınlığın tesirini defetmek için böyle uzun sözler söylemek lazımdı.
“İktidarının derecesini bendeniz de işittim. Tamamıyla muvafık. Fakat asıl öğrenmek istediğim cihet; ahlakıdır…”
“Ahlakı… Ahlakı… Emin olunuz, hiçbir leke getirmez. İbrahim Şemsi kâmil bir insandır. Mektepte geceli gündüzlü altı senelik hayatımızda kendisinden kırılmış bir kimse görmedim. İnsanı utandıracak hiçbir hâlini işitmedim. Hele kalbinin temizliği… İbrahim Şemsi; şimdiki gençlerde pek az tesadüf edilecek gayet temiz bir kalbe maliktir. Af buyurursunuz amma bu kadar tafsilatı neden almak istiyorsunuz?”
“Şimdi bendeniz de orasını izah edeyim bey oğlum. İbrahim Şemsi Bey; kerimem cariyenizi istetmiş. Bu izdivacı cümlemiz münasip bulduk. Ancak sizin sınıf arkadaşınız olduğunu akşam Saffet söylüyordu. Kati kararımızı sizden alacağımız izahattan sonraya bıraktık. Demek ki siz de münasip görüyorsunuz! Hatırıma bir şey de geliyor. Bilmem muvafık bulur musunuz? Her iki nikâhı bir arada akdetmiş olsak, bendenizce daha şerefli olurdu…”
Artık bundan sonrasını hatırlayamıyorum. Demek son ümit de işte şu dakikada mahvoluyordu. Hele “Cümlemiz münasip bulduk.” kelimeleri nazarımda büyüdü; o derece büyüdü ki gözlerimin önünde ufuksuz keder âlemleri, hudutsuz endişe dünyaları açıldı. Başım döndü, döndü. Gözlerim karardı, karardı. O karartı arasında görüyordum: Meliha gelinlik beyaz saten elbisesiyle İbrahim Şemsi’nin koluna girmiş gidiyor; İbrahim Şemsi bütün ümitlerimi, bütün emellerimi, of; bütün saadetlerimi, bütün hayatımı almış götürüyordu. Arkalarından koşmak, onlara yetişmek için yerimden fırlamışım. Sonralarını artık hatırlayamıyorum. Bizim köşkün kapısından girerken gözlerimin karardığını, midemin dehşetli bir surette bulandığını hissettim. Odama kadar çıkabilmeye güçlükle muvaffak oldum. Orada bir ölü gibi halıların üzerine düşüp uzanmışım.
Yere birdenbire düşmemden hasıl olan şiddetli gürültü üzerine koşup geldiler. Bende asabi buhran başlamıştı. Sinirlerim zapt edilemeyecek bir surette titriyor, boğazımın damarları geriliyor, gözlerim kararıyordu:
“Ben ölüyorum!” diye bağırmış ve bayılmışım. Ayıldığım zaman bütün aile efradının odada bulunduğunu ve kederli gözlerinin benim üzerime dikilmiş olduğunu gördüm. Onlarda gördüğüm bu çok elemli hâlden vaziyetimin fena olduğunu anladım.
Hekim henüz gelmemişti. Sinir buhranı yine şiddetle devam ediyordu. Kolonyayla kollarımı, ayaklarımı ovuyorlardı.
Yine o âlem gözlerimin önüne geldi: Beyaz saten gelinlik elbisesiyle Meliha’yı görüyordum. “Cümlesi münasip bulmuş.” Öyle mi? Demek Meliha da münasip görmüş. O da kalbimin en son ümidini mahvetmeye yürümüş, gidiyor, öyle mi, onu takip etmeli değil mi? Yerimden kımıldamak istedim; beş altı kol beni zapt etmeye çalışıyordu ve sinirlerim kuvvetli bir elektrik cereyanına tutulmuş gibi dehşetle, şiddetle titriyordu. O gelinlik beyaz elbisesiyle Meliha hayalimden kayboluyor, gözlerim kararıyor, bir karanlık, derin bir karanlık arasından onların; Meliha ile İbrahim Şemsi’nin kol kola gittiklerini görüyordum. Yerimden kalkmak istedim, muvaffak olamadım:
“Ölüyorum!” diye haykırdığımı biliyorum. Gözlerimi kapadım, hâlsiz, kudretsiz, kuvvetsiz, düşüp bayıldım. O baygınlık içinde etrafımda mevcut olanların ağlamakta olduklarını işitiyordum, sahi ölüyor muydum? Yoksa ben ölmeye mahkûm muydum?”
Necdet Feridun burada durdu. Devam etmek için kendisinde kuvvet kalmamıştı. Rum hizmetçi kızın getirdiği kahve çoktan soğumuştu. Şu sergüzeştin her ikimizin üzerinde hasıl eylediği tesir bize kahveleri içmeyi çoktan unutturmuştu. Necdet kahveleri tekrar ısmarladı. Bir puro yaktıktan sonra koltuğa gömüldü.
Yavaşça ve tereddütle diyordu ki:
“Zannederim, sinir buhranı yine başlayacak, alametler görünüyor, işte görüyor musun, boğazımın damarlarını görüyor musun? Nasıl geriliyor, sertleşiyor. Bu, sinir tutacağına delalettir. İşte, işte, ellerimde titriyor. Yatak odamdan kolonya şişesini alır mısın?”
Ben ne yapacağımı şaşırmıştım. Yatak odasından kolonya şişesini hemen aldım, geldim. Kendisinin tarifi üzerine bileklerini, boğazını kolonya ile ovmaya başladım.
Sinir buhranı biraz geçer gibi oldu. Fakat biçare Necdet’e öyle bir yorgunluk, çok yorulmuşlarda görülen öyle bir gevşeklik gelmişti ki… Daha ziyade rahatsız etmemek için kendisinden müsaade istedim. Bana özür dileyerek diyordu ki:
“Beni mazur gör! Bu hâl elde değil. Bugün sergüzeştimi tamamlamak istiyordum. Çünkü ikinci bir defa bu azaba düçar olmanı istemezdim. Bitiremedim. Artık diğer