Zavallı Necdet. Saffet Nezihi
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Zavallı Necdet - Saffet Nezihi страница 9
Necdet; bunları söylerken güneş de tamamıyla gurup etmişti. Şimdi ufukta yalnız koyu kırmızı bir perde, yangın alevine benzeyen bir kızıllık görünüyordu.
“Artık gidelim, değil mi?” dedi.
Kalktık; koluma girdi, yavaş yavaş yürüyordu:
“Şu suretle yaşayış iki ay devam etti. Nihayet bir gün ihtiyarım elden gidiyordu. Ağustos nihayetlerinde idi, dikkat ediyordum; Meliha’nın bana sokulması, meyli günden güne artıyordu. Meliha kendi zevkini okşayan meziyetleri, hevesleri, her şeyi İbrahim Şemsi’den daha ziyade bende buluyordu. Ben musikiye, şiire, güzelliğe, her güzel şeye tapıyordum. İbrahim Şemsi… O, bir asker… Ruhu, kalbi bir askere layık emellerle, hislerle dolu… Manevralarda muvaffak olmayı gönül avlamaktan pek kolay, lakin çok şerefli buluyordu. Onun bütün zevki, arzusu haritalar üzerinde çalışmak, manevralar tertip etmekten ibaret…
Hele sonraları Meliha ile pek az meşgul olmaya başlamıştı. Bazı geceler yemekten sonra hemen odasına çekilirdi. Askerliğe dair yazılacak uzun bir layihası var; bu, kendisi için her türlü aşktan muazzez, muhterem… O layiha benim ne kadar işime yaramıştı. On-on beş gece Meliha benden hiç ayrılmamıştı. Bazen hemşire ile enişte bey de bizim müsamerelere dahil olurlardı. Fakat onların her ikisi de kendi kendilerine, her şeyden ayrı, unutulmuş gibi yaşamayı daha ziyade seviyorlardı. Aşklarını kuşlar gibi yapraklar, dallar arasında, haset, rekabet nazarlarından uzak olarak saklamak istiyorlardı. Ne kadar haklı idiler.
Bir gece Meliha yine benimle beraber idi. Piyano çalmasını teklif ettim. Memnuniyetle çaldı. Sonra kemanını aldı:
“Size pek sevdiğim bir havayı çalayım.” diyordu.
Valide ile beraber yan yana koltukta oturuyorduk. Kemanın yanık nağmeleri havayı titretmeye başladı. Ben mest olmuştum. Yine ölüm havası… Chopin’in feryatları… Yavaş yavaş ağlamaya başlamışım. Validem merak ile soruyordu: “Necdet, niye ağlıyorsun yavrum?”
“Bu bir ölüm havasıdır.”
“Bundan sana ne iki gözüm? A kızım sen de tuhafsın, hasta çocuğun yanında çalacak başka bir şey bulamadın da bu havayı mı çalıyorsun?”
“Zararı yok valideciğim, darılma! Geçer, geçer.”
Meliha kemanı elinden bırakmıştı… Gönlünü almak için yanına gittim, kendisine dedim ki:
“Hemşire -ah kendisini hemşire diye çağırırım- ben ölürsem evet, belki ölürüm, rica ederim, tabutum kapıdan çıkarken sen bu havayı çal! Bunu vadedersin değil mi?”
Dargın bir tavır ile:
“Valide hanım bakınız, Necdet Bey ne diyor?”
“Ne diyor kızım?”
“Ben ölürsem…”
“Aa! Düşman başına, ben böyle ölüm sözleri istemem, siz yoksa çıldırdınız mı?”
Evet hakikaten çıldırmıştım.”
Necdet koluma dayanıyordu. Biraz durdu, ben de durmaya mecbur oldum. Bir iki dakika sonra sözüne devam etti:
“Eylül ihtidalarında İstanbul’a naklettik. Biz Şehzadebaşı’nda oturuyorduk. Onlar da Şişli’de oturuyorlardı.
Tabii mülakatlar azaldı. Beyoğlu’nda kaldığımız bazı geceler orada yatıyorduk. Ben de biraz kendisinden uzaklaşmak arzusu uyanmıştı. Neticenin korkunç olabileceğini anlıyordum. Ramazan geldi. Bizde birkaç gece misafir kaldılar. Dikkat ediyordum, Meliha bana başka bir nazarla bakıyordu. Kendisine hemşire diye hitap ettiğim zaman çehresinde garip bir değişiklik hasıl oluyordu. Bir gün bana dedi ki:
“Beni kendi ismimle niçin çağırmıyorsunuz?”
“Dilim varmıyor, hemşireciğim.”
“Ah! Bu erkekler, bu erkekler.”
Zavallı erkeklerin bunda bilmem ne kabahati vardı? Bayramın birinci günü Şişli’ye gittim. İbrahim Şemsi, Ferid Saffet, cümlesi orada… Erkekler birbirleriyle bayramlaştılar. Biz İbrahim Şemsi ile birbirimize sarıldık. Hemşireyi saçlarından öptüm. O da benim ellerimi öptü. Meliha bu manzarayı seyrediyordu. İbrahim Şemsi zevcesine dedi ki:
“Meliha! Ne duruyorsun? Sen Necdet’le bayramlaşmayacak mısın? Yoksa birbirinize dargın mısınız?”
Bu teklif, onu ne yapacağını tayin edemeyecek bir derecede şaşırtmıştı. Yüzünde hafif bir kırmızılık hasıl olduğu hâlde titreyen adımlarla bana doğru geldi. Ben ne yapacağını bilmediğim için hayretle bakıyordum. Elini uzattı. Yavaşça, ihtiramlı bir tavır ile elimi aldı. Dudaklarına doğru kaldırdı. Kendisi de eğildi. O ateşli dudaklar elimin üstüne hararetli bir sevda busesi kondurdu, o dakikada kalbim şiddetle çarpmaya başladı. Çok müşkül bir mevkide kaldığımı anlıyordum.
Enişte beyle İbrahim Şemsi gülmeye başladılar. Şen kahkahaları arasında diyorlardı ki:
“Öyle değil mi ya? İhtiyarların elleri öpülmez mi?”
Muhaverenin bu şekle girmesi beni o müşkül mevkiden kurtarabilecekti. Çünkü o sırada ayaklarımın titrediğini, kendimi zapt edemeyerek hemen orada yığılabileceğimi hissediyordum. Kendimi topladım ve onlara dedim ki:
“Pek doğru! Ben de bir nevi ihtiyarım. Kalp ihtiyarlıyor. Vücut alil olursa buna başka ne nam verilir?”
Bu muhavere üzerine aramızda çocukça alaylar, şakalar başladı.
Elimin öpülmüş olmasından dolayı benimle eğlenmek istiyorlardı.
Gülmekten kendisini zapt edemediği bir sırada enişte bey diyordu ki:
“Ey Necdet, el öpmelik hemşireye ne alacaksın bakalım?”
Meliha’nın beni; nefsimi zapt etmeye muktedir olamayacak müşkül bir noktaya sevk ettiğinin intikamını almak, çocukçasına, çılgınca hareketini yüzüne vurmak için cevaben dedim ki:
“Bir güzel oyuncak.”
Meliha’nın çehresinin birdenbire kızardığını gördüm. Fakat çehresine hücum eden kan bir saniye sonra tekrar kalbine çekildi. Hiddetinden sarı bir renk o latif çehreyi kapladı.