Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları - Артур Конан Дойл страница 6
“Hangi kanıtlar?”
Tehditkâr bir sakinlikle konuşmuştu.
“Tabii, yani, kesin kanıt diyebileceğimiz bir şey olmadığının farkındayım. Ben aslında sadece genel bilimsel görüş açısına ve modern düşünüş akımına işaret etmiştim doğrusunu söylemek gerekirse.”
Büyük bir ciddiyetle öne doğru eğildi.
“Herhâlde…” dedi parmaklarının uçlarını kontrol ederek. “Kranyal indeksin sabit faktör olduğunun farkındasındır.”
“Tabii ki!” dedim.
“Ve telegoninin3 hâlâ tartışmalı olduğunun?”
“Şüphesiz!”
“Ve de döllenmiş hücre plazmasının partenogenetik yumurtanınkinden farklı olduğunun?..”
“Elbette!” diye haykırdım kendi cüretkârlığımdan zevklenerek.
“Peki, bu neyi ispatlar?” diye sordu yavaş ve teşvik edici bir sesle.
“Ah, öyle değil mi ya?” diye mırıldandım. “Neyi ispatlar ki bu?”
“Söyleyeyim mi sana?” dedi fazla cilalı bir sesle.
“Ne olur, söyleyin!”
“Bu, senin Londra’nın en adi üçkâğıtçısı olduğunu ispatlar!” diye kükredi ani bir öfke patlamasıyla. “Bilimle ilgisi ancak dürüstlüğü kadar olan rezil, aşağılık bir gazeteci sürüngen olduğunu!”
Gözlerinde deli gibi bir öfke parıltısıyla ayağa fırlayıvermişti. Bu gerilim anında bile, onun aslında oldukça kısa boylu birisi olduğunu fark ederek şaşırmaya zaman bulmuştum. Kafası ancak omuzlarıma geliyordu; muazzam enerjisi tamamen enine boyuna ve beyninin derinliklerine dek işlemiş bir cep herkülüydü sanki.
“Zırvalık!” diye haykırdı, parmakları masada, öne doğru eğilip suratını uzatarak.
“Seninle konuştuklarım bilimsel zırvalıktan başka bir şey değildi bayım! O fındık kadar beyninle benimle başa çıkabileceğini mi zannetmiştin? Sizi gidi cehennemlik yazıcı takımı sizi, her işe soyunabileceğinizi zannedersiniz, değil mi? Övgüler düzerek birisini adam edebileceğinizi, sonra da suçlayarak yerin dibine batırabileceğinizi sanırsınız, ha? Önünüzde saygıyla eğilip iyi şeyler yazmanız için uğraşmalıyız, değil mi? Bu adam keyfine baksın, diğeri sürünsün! Sizi gidi solucan sürüsü, topunuzu biliyorum ben sizin! Çizmeyi aştınız artık. Kulaklarınızı kırpma zamanı geldi de geçiyor bile, sizi fazla şişmiş gaz torbaları! Haddinizi bildireceğim hepinize! Evet bayım, G.E. Challenger’la başa çıkamadınız. Burada hâlâ sizin efendiniz olan bir adam var. Sizi uzak durmanız için uyardı ama hâlâ gelmeye devam ediyorsanız, Tanrı adına başınızın çaresine bakmaya da hazırlanın bakalım. Ödeşme zamanı. Sevgili Bay Malone, cezanı vereceğim senin! Tehlikeli bir oyun oynadın ve bana öyle geliyor ki kaybettin.”
“Bakın, efendim…” dedim kapıya doğru gerileyip açarak. “İstediğiniz kadar hakaret edebilirsiniz. Ama bir yere kadar. Bana saldıramazsınız.”
“Öyle mi dersin?”
Garip ve tehditkâr bir havada ilerliyordu; birden durarak kocaman ellerini, üzerine giydiği, çocuk ceketine benzer kısa ceketinin yan ceplerine soktu.
“Senin gibi birkaç tanesini evden dışarı fırlattım. Sen dördüncü veya beşincisi olacaksın. Üç sterlin on beş peni; her biri için ortalama hesap. Pahalı ama çok gerekli. Evet bayım, sen niye kardeşlerini takip etmeyesin ki? Bence gayet uygun.”
Usta bir dansçı gibi parmaklarının üzerinde yürüyerek, sinsi ve tehditkâr biçimde ilerlemeye devam etti.
Salon kapısına doğru kaçabilirdim ama bu çok yüz kızartıcı bir davranış olacaktı. Üstelik haklı bir öfke de içimde kabarmaya başlamıştı. Daha önce yerden göğe haksızdım belki ama bu adamın tehditleri beni haklı duruma sokuyordu artık.
“Benden uzak durmanızı ihtar ediyorum, efendim. Buna izin vermeyeceğim.”
“Bak sen şu işe!..”
Siyah bıyık yukarı kalktı ve beyaz dişler, sanki adam hırlamaya hazırlanıyormuş gibi ortaya çıktı.
“İzin vermeyeceksin demek, ha?”
“Aptallık etmeyin profesör!” diye bağırdım. “Neyinize güveniyorsunuz ki? Tam doksan kiloyum, zımba gibiyim ve her cumartesi Londra’da İrlandalılar takımında orta alan da oynuyorum. Ben sizin bildiğiniz adamlardan…”
Tam bu anda üzerime atılmıştı. Neyse ki kapıyı açmıştım, yoksa herhâlde kırıp içinden geçecektik. Birlikte bir Katerina burgusu yaparak aşağı yuvarlandık. Her nasılsa yolumuzun üstündeki bir sandalyeyi de yakalayarak onunla birlikte caddeye fırlamıştık. Ağzım onun sakalıyla dolmuş, kollarımız kilitlenmiş, vücutlarımız birbirine dolanmış ve o Tanrı’nın cezası sandalyenin ayakları da bütün vücudumuzu sarmalamıştı. Dikkatli Austin, salonun kapısını açmıştı. Sırtüstü bir parende atarak evin önündeki merdivenlerden aşağı uçtuk. Sandalye yere vurunca kibrit çöpü gibi parçalandı, bizse ayrılarak su oluğunun içine yuvarlandık. Profesör ayağa fırlayarak yumruklarını gösterirken bir yandan da astımlılar gibi ıslıklı nefes alıp veriyordu.
“Bu kadar yeter mi?” diyerek soludu.
“Seni Tanrı’nın belası zorba!” diye bağırdım kendimi toparlarken.
Adam kavga için iyice bilenmiş ve hazırdı; tam birbirimize girmek üzereydik ki şans eseri bu berbat durumdan kurtuldum. Elinde not defteriyle bir polis yanı başımızda belirmişti.
“Neler oluyor? Kendinizden utanmalısınız.” diye söylendi polis. Bu, Enmore Park’ta duyduğum en aklı başında laftı doğrusu.
“Eee?” dedi ısrarla bana dönerek. “Anlatın bakalım.”
“Bu adam bana saldırdı.” dedim.
Polis: “Saldırdınız mı?” diye sordu.
Profesör hızlı hızlı soluyarak hiçbir şey söylemedi.
“Bu ilk defa olmuyor zaten.” dedi polis haşince ve başını sallayarak. “Geçen ay da aynı sebepten başınız belaya girmişti. Bu delikanlının gözünü morartmışsınız. Şikayetçi misiniz, bayım?”
Yumuşayarak, “Hayır.” dedim. “Hayır, şikâyetçi değilim.”
“Nedir bütün bu olup biten?” dedi polis.
“Benim suçum. Kendisini rahatsız ettim. Bana uyarıda da bulunmuştu üstelik.”
Polis not defterini kapatmıştı.
“Bir
3
Dişinin ilk eşine ait spermlerin, daha sonraki eş ile temastan doğacak yavru üzerinde de etkisi olabileceğini ileri süren görüş (ç.n).