Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş - Ахмет Мидхат страница 6
Halkın işlerindeki kargaşalık kendi ellerine bırakılmış bulunan zevatın her biri yalnız kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyip görünüşte birbiriyle dost ve müttefik geçinen yüksek zevat bile pes perdeden birbirini uçuruma düşürmeye çalışıyordu. Ancak böyle birbirini kaydırmak mecburiyeti menfaat temininden ziyade mazarratı defetmek maksadıyla gerçekleşirdi. Çünkü hiç kimsenin kimseden emniyeti kalmamış ve baba ile oğul arasında bile emniyetsizlik almış başını gitmişti.
Her taraf casus, her köşe bucak bile fitne ve fesatla dolu idi. Haremlerde kadınların ağızlardan malumat almak için yine kadın casuslar gezip hatta bazı ak ağalar, köse herifler filanlar kocakarı kıyafetinde haremleri dolaşıp kadınlardan işittikleri ehemmiyetli sözleri ganimet gibi yakalarlardı.
Bir aralık “Filan efendiye hakaret etti.” diye bazı adamların boynunu vurmak veyahut “Ağızdan küfür kelime çıktı.” diye asmak dahi revaç buldu. Hâlbuki hakikatte öldürme ve idam sebebi olan şey ne hakaret idi ne de küfür kelime. Filan efendi Zeyd’in kendi hakkında falan yere havadis götürmüş olduğunu haber alarak sadece şu casusluktan öç almak için Zeyd’in katline kadar yürürdü.
İşte âlemin hâlleri gayet tehlike içinde bulunduğu şu sıralarda bir gün bizim Hadım Mesut Ağa kendi evinde köşe minderi üzerine çıkıp iki tarafında bulunan yastıklara iki dirseğini dayamış ve çenesini dahi avuçları içine alıp kim bilir ne gibi bir düşünce ile o kadar dalmıştı ki başının ağırlığı yalnız kolları üzerine binerek eğer vücudunda denge olmasa oturmaya dahi muktedir olamayıp yıkılıverecek kadar kendisinden geçmişti.
Bu anda Mesut Ağa’nın yüreğinden geçen şeyleri kim bilir? Meğer her sırra ve gize vâkıf olan Cenabıhak!
Derken oturduğu odanın kapısı açılıp Osman Bey içeriye girdi. Mesut Ağa bu ziyaretten o kadar rahatsız oldu ki âlemde Osman Bey’den başka her kim odasına girmiş olsa derhâl defedeceği şüphesizdi.
Lakin Osman Bey, Mesut’un âdeta göz nuru idi. Hiçbir şey için hatırını kırmayı uygun göremediğinden mecburi kalkıp karşıladı ise de yerinden kalkması ve beye yönelmesi canlı bir adamın hareketlerine benzemeyip güya bir ruhsuz kalıp bazı makineler vasıtasıyla hareket eder gibi hareket ederdi.
Osman Bey’in zekâsına söz istemez. Arap’ın hâlini görünce kendisini rahatsız edecek zaman olmadığını iyice anlamış ise de rahatsız etmemek dahi elinde olmadığından şu şekilde meramını anlatmaya başladı:
O: “Lala! Bugün hâlini başka görüyorum.”
M: “Pek başkadır beyim. Yani nefes alacak vaktim yok.”
“Sebep?”
“Ben de bilmem.”
“Hasta mısın?”
“Evet keyfim de yerinde değil. Fakat üstümde bir fenalık var. İçim içime sığmıyor.”
“Bir şeye mi kızdın? Birisine mi gücendin?”
“Beyim. Öyle bir şey yok. Büyülü adamlar gibi bir şey oldum.”
(biraz düşündükten sonra) “İşte bu da benim talihsizliğimdendir.”
“Niçin?”
“Çünkü şimdi senin yanında dert edecek vakit değil. Fakat ne yapayım lalacığım deli olacağım. Ya çıldıracağım ya öleceğim!”
“Yine Nergis belası mı?”
Mesut Ağa şu sözü söylerken karanlığı artıran çehresinden biçare Osman Bey’e ümit verecek bir parıltı görünmediği için Osman Bey aralıkta bir düştüğü ümitsizlik okyanusunun ta dibine kadar bir daha dalıp gözlerinin küçük sadefinden inci tanesi gibi yaşlar akıtarak yakarmaya başladı.
“Aman lalacığım! Arzındayım! Kölen olayım. Nergis olmadıktan sonra vallahi iflah olmayacağım.”
Mesut: “A beyim ben ne yapabilirim? İşte elimden geleni yapmaya hazırım. Sana Nergis’ten güzel on cariye bulayım. Sana bir konak alıp hepsini içine koyayım. Efendi baban bir şey demez.”
“Hayır lalacığım bana Nergis’i ver Nergis’i!”
“İşte o bende yok.”
“Sende var sende. Sendedir benim kıymetli Nergis’im. Ben haber aldım. Sen onu Tophane’de bir yerden satın almışsın. Kayığa bindirip bir yere götürmüşsün ama nereye götürdün bilmiyorum. Beni böyle ağlatma lalacığım Allah aşkına söyle nereye götürdün benim Nergis’imi?”
Çocuğun gösterdiği yanıp yakılmaya ve gözlerinden akıttığı yaşlara lala bir türlü tahammül edemeyerek ağlamaya başlayıp:
“Sana bir şey söyleyeyim mi beyim? Ben Nergis’i öldürdüm.”
“Hayır hayır! Sen Nergis’i öldürmezsin. Onu da benim kadar seversin. Bu sözüne mümkün değil inanmam. Sen bunu bana kaç defadır söylüyorsun. Fakat inanmam vallahi canıma kıyarım. Nergis’i isterim!”
“Ama inan ki öldürdüm. Ben sana geçenlerde ‘Sebebini Çeşm-i Afet’ten sor.’ demedim miydi?”
“Sordum. O yezit kahpe halt ediyor, hiç Nergis’im bana kıyar mı?”
“Kıyar beyim kıyar.”
“Kıysın. Bana kıyan Nergis olsun. Ben onun elinde ölmeye razıyım. İsterim Nergis’i!”
“Ahirette a beyim, niçin böyle ediyorsun ya? Ben onu tekrar diriltemem.”
“Hayır lalacığım Nergis vallahi sağdır, billahi sağdır. Şu zavallı sana ne yaptı, ben sana ne yaptım? Bir kabahatimiz varsa bizi döv, terbiye et, mutlaka isterim Nergis’i. Vallahi billahi işte sana yemin. Veremeyecek olursan canıma kıyarım.”
Çocuğun bu kadar yanıp yakılması üzerine Arap’ın yüreği parça parça olduğuna hiç şüphe etmemeli. Şunu da bilmeli ki Osman Bey’in bu hâli yalnız bir güne, bir vakaya mahsus olmayıp Nergis kaçalı üç ayı geçmiş olduğu hâlde, her gün böyle inleme ve figan içinde kaldığı gibi özellikle Meddah İsmail’in verdiği haber üzerine kendisine Selim vasıtasıyla ulaşalı iki ay kadar olduğu hâlde, bu iki ay içinde Mesut Ağa’nın yanına gelip ağlamadığı ve Nergis’in ortaya çıkarılması için yürekler yaralayacak şekilde yakarmadığı gün olmamıştır.
Mesut Ağa, Nergis’in kendisine karşı kötü niyet beslediğini ve hatta inanmazsa Çeşm-i Afet’e sormasını kaç defalar söylemiş ve Osman Bey dahi Çeşm-i Afet’e sorup tasdik cevabı almış idiyse de Nergis gibi kendisinin üzerine canı titreyen bir kızın canına kastetmeyeceğini pek iyi bildiğinden bir türlü inanmamış ve Mesut Ağa “Ben onu öldürdüm!” dediği zaman dahi Mesut’un Nergis’i ne kadar sevdiğini bildiği cihetle ona da inanmamakta kendisini mecbur görmüştür.
Mesut