Genç Rahmi’nin Hikâyesi. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Genç Rahmi’nin Hikâyesi - Emin Göncüoğlu страница 3
“Tam bir yıldır ne tiyatroya ne de bir sinemaya gidebildik.”
“Az kaldı canım. Babamla telefonla görüştük. ‘Ne zaman geleceksiniz?’ diye soruyor.”
Caddenin ortasına dikilmiş sarımtırak kalker taşından yapılmış Şehitler Anıtı’nı dolanarak daha dar bir yola saptılar.
“Tayin işini de konuştun mu babanla? Teftiş kurulundaki arkadaşıyla görüşmüş mü?” diye sordu Tülay, açık duran pencereden hızla değişen görüntüleri izlerken. Metin, önündeki taşıtların azalmasıyla vites büyüterek hızlandı.
“Babacığım, bak yolun kenarında bakkal dükkânı var! Boğazım kurudu, içecek bir şeyler alalım!” Metin az önce hızlandırdığı arabayı yavaşlatıp, yolun kenarındaki, çoğunlukla şehre gelip sonra köylerine geri dönenlerin uğrayarak bir şeyler aldığı, küçük dükkânın önünde durdu. Esmer, orta boylu birisi dükkânın önüne sıra sıra dizili meyve ve sebze kasalarının yanında oturduğu iri siyah taşın üstünden kalktı. Arabanın içindeki Tülay’la, Sinem’i ilgiyle izliyordu. Metin kapıyı açıp aşağı inerken karısını yanıtladı:
“Tayin işini hep konuşuyoruz. Sen endişe etme! Olacak!”
Esmer yüzlü bakkal ilgisini, kendisine doğru gelen Metin’e yöneltti. Bozuk bir Türkçeyle:
“Buyurun efendim!” dedi.
Onların yabancı olduğunu arabanın plakasından ve yüzlerinin değişik oluşundan anlamıştı.
“Soğuk meyve suyunuz var mı?”
“Var efendim!”
Dükkânın önü camekânsızdı ve tamamen açıktı. Kenarda karanlıkça bir köşede evlerde kullanılan beyaz renkli eski bir buzdolabı göze çarpıyordu. Kısa boylu esmer yüzlü adam seri adımlarla yürüyerek, gidip buzdolabının kapısını açtı ve Metin’in daha önce hiç görmediği bir marka küçük teneke kutu meyve suyunu ona doğru uzattı.
“Başka yok mu?”
“Yok efendim! Ucuz olduğu için yalnız bunlar var.”
Metin, “Keşke şehirden bir yerden alsaydım.” diye içinden söylendi.
“Ne yapalım ver bakalım.”
“Kaç kutu?”
Altı. Siyah poşetin içindeki kutuları alan Metin, parasını vererek ayrıldı oradan. Arabaya bindi. Elindeki poşeti arkada oturan Sinem’e uzatırken:
“ ‘Niye istediğimizi almadın?’ diye kimse sormasın. Bundan başkası yoktu çünkü.” Sinem kutulardan birini çıkarınca:
“Ama baba!” diye mızmızlandıysa da, buz gibi içeceği sıcaktan kuruyan boğazından içeri boşalttı.
“Başka çareniz yok, itiraz istemem.”
Metin motora gaz verip hızlanırken, yolun her iki yanına dizilmiş birkaç tane un ve bulgur fabrikasını geçtiler. Önlerinde, yolun kenarına sıra sıra dizilmiş yoksul ve bakımsız evler görünüyordu. Yol kenarlarında tozun toprağın içinde küçük çocuklar oynuyorlardı. Çoğunun ayağı çıplak, burunları sümüklüydü. Güneş yanığı yanakları ince ince çatlamıştı. Aralarından bazıları resimlerdeki çocuklar kadar güzeldiler. Ama onlardan bir farkları vardı; gerçek yaşlarından daha küçük ve ufak görünüyorlardı. Bozuk yoldaki, küçük çukurların içine girip çıkan beyaz otomobil hızla geçti yanlarından. Küçük çocuklar, arkalarda, araba uzaklaştıkça daha da küçülerek bir süre sonra, görünmez hâle geldiler.
“Babanı sık sık aramayı ihmal etme, yoksa unuturlar bizi burada. Haydi biz neyse de, Sinem’in okulu düşündürüyor beni. Son sınıfı orada okusun bari. Hem kaliteli bir dershane takviyesi almadan iyi bir fakülteye giremez.” dedi Tülay.
“Sen merak etme hayatım, elimden gelen çabayı sarf ediyorum. Bu işin ne kadar zor olduğunu bilirsin. Genel müdürlüğe gerekli başvuruları yaptım. Bizim bankada bu işlerin ne kadar zor yürüdüğünü söylemeye gerek var mı? Sen üzme kendini, haber bekliyorum.”
“Alnımdaki son çizgi bu şehirde oluştu. Onlara yenileri eklenmeden doğduğum, büyüdüğüm balık ve deniz kokulu, yosun kokulu şehrime dönmek istiyorum. Çocukluğumun geçtiği sokakları, baharat kokulu Mısır Çarşısı’nı, Çiçek Pasajı’nı, midye tavayı, Eminönü’ndeki sandallarda yanmış yağda kızarmış balık kokusunu, martı kuşlarının seslerini, vapur düdüklerini, kalabalık serin çarşıları çok özledim.”
Güneşin tepeye iyice dikilmesiyle daha da ısınan hava arabanın açık olan penceresinden içeri dolarak Tülay’ın pürüzsüz ve beyaz tenini yakıyordu. Terden ıslanan saçlarını parmak uçlarıyla açarak geriye attı. Çantasından güneş gözlüğünü çıkardı, kamaşmaktan yorulan gözüne taktı. Rahatlamıştı.
“Sıcak olmadan bana da bir kutu verir misin? Bak, baban içiyorsa ona da ver!” diye Sinem’e seslendi.
“İsterim!”
Duvarlarında kırmızı yağlı boyayla “Bakkal, Fırın, Fennî Yem Satılır” gibi bazılarının bir harfi eksik yazılmış, birkaç yoksul görünüşlü dükkânı hızla geçtiler. Önlerinde yolun sağında etrafı iyi düzenlenmiş büyük bir benzinlik görünüyordu. Uzaklarda sıra sıra tepeler vardı. Üstleri ağaçsız ve çıplak. Bir yangından çıkmış gibiydiler. Eteklerine kurulmuş yüzlerce, belki de binlerce, tek katlı briketten ev, köyden kente göçün önemli bir belirtisi gibi üstüne kül elenmiş, renksiz ve cansız duruyorlardı. Tepelerin eteklerinde ucu bucağı olmayan dev bir köy kurulmuştu sanki. Yola yakın evlerin önünde kadınlar yürüyordu yöresel kıyafetleri içinde. Hepsinin elbiseleri renkli, parlak ve göz alıcıydı. Yerde sürünen eteklerine tutunmuş küçücük çocuklarla, sırtlarındaki bebeklerle yürüyor, yürüyor, yürüyorlardı. Sanki nereden gelip nereye gittikleri belli değilmiş gibi. Ağır gittiği için yolu tıkayan bir traktörü klaksonla uyararak hızla geçtiler. Yolun solundaki tek katlı yapıların bitmesiyle yemyeşil uçsuz bucaksız bir düzlük çıkıverdi ortaya. Ufku, başları dumanlı sıra sıra tepelerde yok olan yeşil bir denizin içinde yerçekiminden kurtulmuş gibi uçarak gidiyorlardı. Gördükleri manzara karşısında heyecanlanmışlardı.
“Harika!” dedi Metin, Tülay’a.
“Etrafı sıra sıra tepelerle çevrili yemyeşil, büyülü bir gölü andırıyor. Muhteşem!”
“Göl değil anne. Bu, içinde gemiler yüzmeyen yeşil bir deniz. Aman Allah’ım! Ne kadar güzel!”
“Şehrin dar duvarlarının arasından çıkınca ne güzel bir manzarayla karşılaştık. Büyüleyici, üç yıla yakındır buradayız. İlk defa bu kadar heyecanlanıyorum. Yeşil rengin bu kadar fazlasını, bu kadar büyüleyicisini ilk defa görüyorum. Masmavi engin denizleri seyrederken duyduğum şeyleri duyuyorum. Ufukların bu kadar uzak olduğunu bir denizlerde bir de burada görüyorum.” dedi Tülay.
Yol