Genç Rahmi’nin Hikâyesi. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Genç Rahmi’nin Hikâyesi - Emin Göncüoğlu страница 6
“Canımı sıkıyor bu konu, değiştirelim.”
Tülay uysal ama kederli bir sesle konuşmuştu.
“Akşam için ne yemek yapalım?”
“Bilmem. Gidince düşünürüz.” dedi Metin. Sonra:
“Sence her şeyden bir hüzün çıkarmıyor muyuz?”
“Biz bir şey çıkarmıyoruz. Hayatın dokusunda bu var. Onlar gelip takılıyor aklımıza.”
“Boş ver.” diyerek daha fazla konuşmak istemedi Metin.
“Haydi, Sinem’i çağır da gidelim. Çok susadım.”
Küçük bir serçe gibi, yıkılmış iri taşların arasında sekerek gezen Sinem’i dolaştığı yerlerden çekip koparmak kolay olmadı. Babasının yoğun üstelemelerinden sonra arabaya binebildiler. Geldikleri yoldan tozu toprağı birbirine katarak dönmeye başladılar. Sinem iri mavi gözlerini arka camdan dışarı çevirmiş, toz bulutunun içinde küçük bir hayalet gibi koşan Muhammet’e bakıyordu. Ona el salladı. Muhammet, bu defa Sinem’i karşılıksız bırakmadı. Üstü güneşten yanmış ellerinin beyaz içini kuvvetle Sinem’e salladı. Birkaç dakikada kurulan sıcak bir dostluğun kısa öyküsünün sonuna geldiklerini küçücük yüreklerinde iyice hissediyorlardı. O küçücük yüreklerine sığmayan büyük hüzünle birbirlerine baktılar. Muhammet buraya gelen yabancıların bir daha gelmeyeceğini iyi biliyordu. Kızıl kısa saçlı, mavi gözlü kızı bu son görüşüydü. O gittikten sonra belki rüyalarında bir süre birlikte olacaklardı. Daha önce yaşadığı gibi yeni ve onu etkileyen bir başka ziyaretçinin gelmesiyle yenilerle baş edemeyecek olan o eski görüntüler bir bir kenara çekilecek, ama hiçbir zaman kaybolmadan hayallerini zenginleştirecek ve süsleyecekti. Beyaz otomobil toprak yoldan çopur yüzlü asfalt yola çıkınca, küçük Muhammet tozlu yolda artık koşmayı bırakmıştı.
İKİNCİ BÖLÜM
Yavaşça kaybolan karanlığın ardından insana huzur veren sabah serinliği de kaybolmuştu. İlkbahar mevsiminin bir kelebeğin ömrü kadar kısa olduğu bu şehirde Rahmi, ilk yaz ayının boğucu sıcağıyla karşılaşmanın verdiği memnuniyetsizlikle lavaboda yüzünü yıkıyordu. Babası, annesi ile o uyurken sabah namazını kılmak için erkenden evden çıkarak mahalledeki küçük camiye yönelmişti. Şehrin irili ufaklı yollarında, küçüklü büyüklü evlerinde, ağaçlarında, o saatte çoğunlukla uyuyan insanların yüzlerinde ve bütün bunların hepsini sarıp sarmalayan alaca karanlığın içinde sükûnet, sessizlik dahası ulu bir gizem vardı. Halil amca boş sokaklarda camiye doğru yürürken bu gizemli sessizlikten hoşnuttu. Oldukça yaşlı biriyle karşılaşıp selamlaşmıştı. Küçük mahalle camisinde, onun gibi yaşlı, birkaç kişiyle namazını kıldıktan sonra işlediği günahlardan ötürü Tanrı’ya kendisini affetmesi için bol bol yalvarıp yakarmış, sonra küçük manav dükkânının ihtiyaçlarını almak için sebze haline yönelmişti. Rahmi, babasının evde olmadığını bildiğinden rahat davranıyor, tuvalette yüzünü yıkarken sevdiği bir türküyü yüksek sesle söylüyordu:
Al eyvana, yatak serdim yumuşak emmioğlu,
Koynuma girdi bir uşak öpmesi yok, sevmesi yok, konuşak.
Ana beni bir çocuğa verdiler
Verdiler de günahıma girdiler.
Rahmi, musluktan akan ılık suyu yüzüne çarptıkça ferahlıyordu. Musluğun üstündeki etrafı bronz çerçeveli eski ve küçük aynada, yüzünü seyretti. Görüntüsünden memnun bir tavırla, dalgalı siyah ve gür saçlarını ıslak parmaklarıyla düzeltip yana yatırdı. Sinem’i düşünüyordu. Kızıl kısa saçlarını, iri mavi gözlerini, ince beyaz boynunu, gülüşünü, yürüyüşünü, eteklerini dizlerinin arkasında toplayarak sıraya yumuşakça oturuşunu, tahtaya bir şey yazmak için veya sözlüye kalktığında mahcup tavırlarla konuşmasını aklından bir bir geçirince heyecanlandı. Uzun süredir aynı sınıfı paylaşmalarına rağmen, birbirlerini neredeyse yeni yeni tanıyıp izliyorlardı. Geçen cuma sabahı okula giderken caddenin köşesindeki küçük dönerci dükkânının önünde karşılaşmışlardı. Rahmi, Sinem’e karşı duyduğu ilgiyi, onu karşısında görünce hızlı hızlı çarpan yüreğinden biliyordu. Karşılıklı bir tereddütten sonra, ürkekçe merhabalaşmışlar, sonra biraz ötelerindeki okula birlikte yürüyerek gitmişlerdi. Aşırı heyecandan, pek de anlamlı olmayan, birbiriyle ilgisiz şeyler konuşmuşlardı. Bu bile özellikle Rahmi için çok şeydi. Rahmi düşüncelerinden sıyrılarak tuvaletten çıktı. Annesinin hazırladığı kahvaltıyı ucundan kulağından, birazcık yiyerek, odasına gitti. Kısa kollu beyaz gömleğini giydi. İp gibi ince koyu lacivert düz kravatını bağladı. “Bu sıcakta da ceket giyilir mi?” diyerek beyaz gömleğinin uçlarını kemerinin içine soktu ve ceketini giydi. Bugün görecekleri derslerin kitaplarını ve defterlerini geceden hazırlamıştı. Tekrar kontrol etti. Son iki ders edebiyattı. O dersin kitap ve defterlerini diğerlerinin arasına koymayı unutmuştu. Odasına dönüp aldı. Elindeki bir deste kitap ve defteri kahvaltı ettiği masanın kenarına bırakarak boynunda gevşekçe duran kravatını sıkılaştırdı. Mutfağın içinde kirli bir aydınlık vardı. Annesi masanın üstündekileri toplamış, muslukta çay bardaklarını yıkıyordu. Onun yaşlı ve kırışmış yüzüne yandan bakarak sordu.
“Anne, kravatım düzgün duruyor mu?”
Yaşlı kadın dönüp ona göz ucuyla baktı:
“Düzgün duruyor oğlum. Her zaman söylüyorum, biraz erken kalk diye. Hep ucu ucuna yetiştiriyorsun.”
Rahmi sanki yorgunmuş gibi bir sesle:
“Anne ne olursun dur! Her gün aynı şeyleri bıkıp usanmadan nasıl söyleyebiliyorsun?”
“Yanlış mı söylüyorum oğlum?”
“Yanlış söylüyorsun demiyorum.”
“E, ne diyorsun öyleyse?” diye sinirli gibi konuştu annesi.
“Doğru söylüyorsun da, bıkıp usanmadan aynı şeyleri nasıl söylediğini hep merak ediyorum.”
“Gevezelik etmeyi bırak da işini çabuk bitir. Bak okula geç kalacaksın yine.” dedikten sonra Rahmi’ye yaptığı uyarıyı kendisi dinlemeyerek konuşmaya devam etti:
“Her sabah bir sürü şey hazırlıyorum, ama boşuna; yiyen kim? Yüzüne bak, bir deri bir kemik kalmışsın! Bunun farkında mısın?”
“Ben hâlimden memnunum.”
“Senin hâlinden memnun olman doğru yaptığını göstermez.”
“Anne siz benden ne istiyorsunuz?”
“Ne isteyebiliriz oğlum, senin iyiliğinden başka?”
“Babam ararsa öğleden sonra İlyas’la birlikte kütüphaneye gideceğiz. Yıl sonu yazılı ve sözlü sınavlarımız