Genç Rahmi’nin Hikâyesi. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Genç Rahmi’nin Hikâyesi - Emin Göncüoğlu страница 5
“On.”
Sinem şaşırmıştı. Çocuğun yaşının daha küçük olduğunu sanıyordu.
“Okula gidiyor musun?”
“Evet.”
“Bize kaleyi gezdirir misin?”
Çocuk tekrar az önceki sessizliğine gömüldü.
“Babacığım, Muhammet’e bir kutu meyve suyu verebilir miyim?”
“Verebilirsin.”
Metin elindeki fotoğraf makinesiyle etrafın fotoğrafını çekiyordu. Sinem gidip arabadaki poşetten bir kutu meyve suyu getirerek Muhammet’e uzattı. Önce tereddüt etti küçük çocuk meyve suyunu almakta, fakat Sinem çok ısrar edince utangaç bir edayla aldı kendisine uzatılan kutuyu.
“Baba bizi de çeksene!” diyen Sinem, gidip Muhammet’in boynuna sarıldı ve fotoğraflarının çekilmesinin ardından da:
“Benim de adım Sinem. Çok uzaklardan geldik buralara. Hiç deniz gördün mü Muhammet?”
“Hayır!”
“Haydi Sinem, lafı uzatma kızım. Şu kaleyi gezelim, içerisi serindir inşallah.”
Tülay’ın sesi sinirli çıkıyordu. Onları beklemeden bulunduğu yerden aşağı kayarak indi ve kaleye doğru yürüdü. Birkaç adım sonra dönüp de Metin ile Sinem’in hâlâ gelmediğini görünce bağırdı:
“Allah aşkına gelir misiniz artık!”
Metin Tülay’ın iyice sinirlendiğini anlamıştı Sinem’e bakarak:
“Gidelim kızım, önümüzde görülecek çok yer var.”
“Hoşça kal Muhammet.” dedi Sinem küçük çocuğa. Sonra da annesine doğru koşmaya başladı. Muhammet donmuş gibi durduğu yerde dikilerek Sinem’e hiçbir şey demedi. Alev gibi yanan havanın içinden geçerek kaleye girdiler. Serin, küf kokulu bir loşlukla karşılaştılar. Birbirleriyle hiç konuşmuyor, etrafı meraklı gözlerle izlerken arada bir bakışıyorlardı. Kulaklarının hiç de alışık olmadığı bir sessizliğin ve ıssızlığın ortasına düşmüş gibiydiler.
“Baba!” deyince Sinem’in sesi yankı yaptı kalenin kalın iç duvarlarında.
“Tülay!”
“Metin!”
“Sinem!”
“Anne sizleri çok seviyorum!”
“Biz de seni!”
Birbirine karışarak dolanan sesler, çabucak ulaştı, yer yer yıkılmış kalenin dış surlarına. Büyükçe bir kapıdan geçerek çıktılar. Yerden dokuz veya on metre kadar yüksekteydiler. Yemyeşil uçsuz bucaksız ovanın derinlikleri ve onun ufkunu kapatan, sıra sıra çıplak tepeler daha iyi görünüyordu. Güneş yakıcı parlak ışıklarıyla, bedenlerini kavurup tekrar yakmaya başlarken oradan ayrılıp üniversitenin, büyük caminin ve şehir kalıntılarının bulunduğu yere ilerlediler. Muhammet onları, bıkıp usanmadan tek başına arkalarından ilgi ile takip ediyordu.
“Senin hatırın olmasa gelmezdim.” dedi Tülay bitkince bir sesle Sinem’e. “Hele bu cehennemî sıcakta.”
“Ama anne, sen de ne kadar mızıkçılık yapıyorsun. Belki bir ömür boyu bir daha göremeyeceğimiz yerleri görüyoruz, fena mı?” Önlerinde hafifçe yükselen bir tepeye tırmanıyorlardı. Karşıdan, etrafa toz bulutları kaldırarak gökyüzünü bulandıran kalabalık bir koyun sürüsü geliyordu. Yaşlı çoban en arkada silikçe görünüyordu. Arabayı durdurup sürünün geçmesini beklediler. Tozdan boğulmamak için camları kapatmışlardı. Koyunlar başları yere yakın, burunlarından fırt fırt sesler çıkararak geçtiler. Yürüdükleri toprak yolun yumuşak yüzünde binlerce küçük ayak izi bırakmışlardı.
“Bu kadar çok koyunu ilk defa görüyorum!”
“Yaymaya gidiyorlar herhâlde.”
Az önce tırmandıkları küçük tepenin öteki yüzüne inince etrafa binlerce taşın saçıldığı eski şehrin kalıntılarıyla karşılaştılar.
“Ne kadar korkunç görünüyor, gökten bomba yağdırmışlar sanki buraya.”
“Bin yüz seksen beş yılında burayı ziyarete gelen İspanyalı Muhammed b. El-Cubeyr şöyle anlatıyor: ‘Şehir, ziyaretçileri hayrette bırakacak kadar tertipli ve güzeldir. Caddeleri büyüktür. Çarşılarının üstleri örtülü ve muntazamdır. İki hastane ve iki üniversitesi vardır.’ Moğolların saldırısına uğrayan kentte taş taş üstünde kalmamış. Herhâlde tarihte yapanlarla yıkanlar layık oldukları yerleri almışlardır.” dedi Metin. Arabadan indiler. Metin ile Tülay el ele yıkılmış iri taşların arasından yürüyerek restore edilmiş büyük kemerli bir kapıdan geçtiler. Az ötede üniversiteye ait gözlem kulesiyle, kuzeye bakan ikinci bir kemerli yüksek girişten başka ayakta duran hiçbir şey göze çarpmıyordu. Geçtikleri kapıya bakarak:
“Ne kadar kocaman!” diye heyecanla konuştu Tülay. Biraz ilerleyince az ötede, sanki yere gömülü, güzel bir şadırvanla karşılaştılar. Tepesi yıkılmasına rağmen heybetli yüksekliğini hâlâ koruyan gözlem kulesinin üstüne kuşlar karargâh kurmuşlardı. Metin’le Tülay birbirlerine sarılarak, gözlem kulesinin yıkık tepesinde dolanıp duran kuşları izlediler.
“Seni seviyorum!” dedi Tülay fısıltıyla Metin’in kulağına.
“Ben de seni!”
“Babacığım duruşunuzu hiç bozmayın, bu anı belgelemeliyim.”
Sinem, annesiyle babasının fotoğrafını çekerken, Muhammet onları az önce indikleri yüksekçe tepeden dikkatle izliyordu. Sinem durduğu yerden el salladı ona, fakat karşılık alamadı. Yıkılmış binlerce taşın arasında Muhammet’in fotoğrafını çekti. Muhammet o noktada, masmavi gökyüzünün altında, tek başına, ürkütücü bir yalnızlığın terk edilmiş anıtı gibi duruyordu. Çevredeki köylerin görünen en kolay yerleri, bir kalem gibi gökyüzüne uzanan minareleriydi. Etrafa saçılmış iri dikdörtgen taşların görünen yüzleri sünger gibi delik delikti.
“Buraları bir daha göremeyecek oluşumuz, seni hüzünlendiriyor mu?” dedi Metin Tülay’ın iri ela gözlerine bakarak.
“Beni bir süre sonra, hiçbir şeyi bir daha göremeyecek olmam bilemeyeceğin kadar üzüyor. Düşünebiliyor musun, elli yıl sonra kesin olarak hem sen, hem de ben olmayacağız bu dünyada. Bu tür yerlerde insan bunu daha çok duyuyor içinde. Sinem yaşlanmış bir anneanne veya babaanne olarak bizim olmadığımız bir dünyada bir başına kalacak. Bu sence çok dramatik bir durum değil mi? Yeryüzünde sonunun ne olacağını bilen tek canlı olan insanın sesi onun için bu kadar yanık çıkıyor söylenen şarkılarda, şiirlerde, türkülerde. Bu tür yerleri aslında bunun için pek sevmiyorum. Yok oluşun veya bitişin son durakları gibi hep dururlar