Gece ve Gündüz. Çolpan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Gece ve Gündüz - Çolpan страница 14
– Etrafımızı köyün delikanlıları sarmışlar. Bilmeden dut ağacının dibine gittim; o sırada iki kişi gözlerini fal taşı gibi açmış, bana bakıyorlardı… Birisi bizim arabacı mı…
Bu sırada bu iki kızın neler diyerek fısıldaştıklarından vesveseye düşen Zebi, yavaşça boynunu uzatıp, söze kulak verdi. O sadece Kumrı’nın sözünü, “birisi bizim arabacı…” şeklindeki son sözünü işitti. Kalbi çarpmaya başladı… ve derhâl dönüp dışarıya baktı. Lambanın loş aydınlığında yaşlı kadınların bir şeylerle meşgul olduklarını gördü. Başka hiçbir şey görünmüyordu. Kalbinin çarpıntısı dinmedi.
Dudakları titremeye başlamıştı… Birden yerinden kalktı; kızlar yol açtılar, onları aralayarak geçti. Eyvandan çıkıncaya kadar herkesin gözü onda idi, eyvandan aşağıya inince, kızlar yine kendi sohbetlerine döndüler. Aşağıda onu nezaretçi yaşlı kadın karşılayıp, alnından öptü:
– Tanrı’m, kem gözlerden saklasın, balam! – dedi. İki gözünden yine bir defa daha öptükten sonra iç odaya doğru yöneldi.
– Evet, teyze, odada ne yapıyorsunuz? – diye sordu Zebi.
– Uyuyun, balam, ben yaşlı bir şeyim, gece yarısına kadar oturabilir miyim? Sizler gençsiniz, gülüp eğlenin. Ben dinleneyim…
Nezaretçinin bu özelliği herkese için makûldü. Bilhassa bu sırada gönlü bir yerlere akan Zebi için geveze yaşlı kadınlara nazaran bu suskun ve uykucu yaşlı kadın daha iyi idi.
Kalbi çarparak yavaş yavaş yürüyerek karanlığa girdi. O da dut ağacının dibine, büyük çardağın yanına gidiyordu. Karanlıkta duran arabacı delikanlı ışık tarafından gelmekte olan kızı tanıdı, birden:
– İşte, kendisi geliyor! – diye seslendi.
Onun bu seslenişi gayriihtiyari olmuştu. Ne zamandır meselenin farkına varan Halmat o sırada delikanlıdan uzaklaşmayı uygun gördü. Ona mânalı bir bakış ile gülümseyerek bakıp, omuzuna bir-iki dürterek:
– “Ümitsiz olan şeytan”, demiştim kardeşim… İşte, biz gittik… – dedi ve koyu karanlığa girip, kayboldu.
Delikanlı ise Halmat’ın varlığını da, yokluğunu da fark edemeyecek hâldeydi. Böyle zamanlarda ağızdan gayriihtiyari çıkması gereken “var olun”, “sağ olun” gibi minnettarlık sözleri de akla gelmiyordu. Birden telâşa kapılarak farkında olmadan yaşlı dut ağacının kalın gövdesine yapıştı…
Zebi delikanlının “İşte, kendisi geliyor!” dediğini duymuştu. Eğer aklı başında olsaydı, onun da Kumrı gibi “Vay, öleyim!” deyip dönüp gitmesi gerekiyordu. Hâlbuki o farkında olmadan ve hiçbir şey düşünmeden, aklını yitirmiş gibi yavaş yavaş ileri doğru yürüyordu… Onun ayakları yaman bir gücün büyüsüne kapılmış ve o gücün sürüklediği tarafa gidiyordu. Genç kız, gönlünün ilk defa kendisine yabancılaştığını ve kendisinden başka bir gücün gönlüne sahip olduğunu hissediyordu…
Zebi etrafına bir göz atınca, adımlarını daha da yavaşlatıp, büyük dutun sağ tarafında durdu. Delikanlı sol tarafta idi.
İkisi de bir süre sessiz kaldılar. Hangisi söze önce başlayacağını ve ne diyeceğini bilmiyordu. Nihayet, delikanlı söyleyecek bir söz buldu.
– Bugün seher… arabayı koşayım mı?
– Niçin?
– Gitmiyor muyuz?
Zebi cevap veremedi… Bu soruya cevap olabilecek bir söz bu sırada aklına gelmiyordu. Soruya cevap vermiş olmak için:
– Niye telâşlandırıyorsunuz? – dedi ve bu sözlerin kendi ağzından döküldüğünü hissetti. O sırada kendi sesi de kendisine yabancı idi. Bu sözleri söyleyen ses, onun kulağına derenin karşı tarafından geliyormuş gibiydi.
Delikanlı kendini toplamış, aklı başına gelmişti. Şimdi cesaretlenip gülerek elini dut ağacının sağ tarafına uzattı. Fakat ikisinin arası biraz uzak olduğu için kızın eli onun eline ulaşamadı. Hâlbuki Zebi de delikanlının elini uzattığını hissedecek hâlde değildi. Delikanlı Zebi’den karşılık görmeyince, elini geri çekti ve şimdi bu sefer boynunu eğip, iki gözü ile kızı ararken, memnun bir sesle.
– Hâlâ bir-iki gün daha oynayacak mıyız? Atı dinlendirelim mi? – dedi.
Zebi’den cevap gelmeyince, ilâve etti:
– Peki, sizler ne zaman “koş”, derseniz o zaman koşarım.
Zebi duta yaslanmş, kendisinin nerede durduğunu unutmuş, bunca söze bir çift cevap veremeden, ağır düşüncelere dalmıştı. O bu sırada kendisinin yakın gelecekteki kara günlerini, nasıl görüneceği bilinmeyen bahtını, talihini düşünüyordu. Onun bütün bahtı, Rezzak sofinin cahil varlığına bağlı değil miydi? O soğuk sofi şu neşeli canı ve güzel sesli küçük kuşu istediği zaman bahtlı veya bahtsız edemiyor mu? Onun sadece “evet” veya “hayır” demesi, biçare kızın son derecede mutlu olmasına yahut tıpkı bir hazan yaprağı gibi bir nefeste solup helâk olmasına yol açmıyor mu? Zavallı kız, o bir ömür asık suratlı, kaşları daima çatık ve yüzü gülmez babadan hiçbir hayır beklemiyordu. Babasını düşündüğü sırada kendisini ölüme mahkûm bir insan ve mahkûmenin cellâdı gibi görüyordu… ve titriyordu! Bu köy seyahati, arabacı delikanlı ile tesadüfen tanışması, bu tanışma sebebiyle gönlünde hissettiği heyecanlar biçare kızı böyle kara kara düşünmeye mecbur etmişti. O tür kara düşünceler onun için yeni değildi elbette. Genç kız olup evleri görücülerin aşındırdığı yola dönüştüğünden beri o zavallının kara düşüncelere batmadığı günü yoktu! Fakat tatlı bir ümitle, gözle görülüp, elle tutulan somut bir ümitle beraber gelen kara düşünceler, biçare kızı fena hâlde eziyordu! Bir-iki günden beri türkü, oyun derken kendinden geçercesine kapılıp gitmesi, bu ıztırapların yorgunluğunu atmak için değil miydi?
Gönlünü ağır endişelere salan delikanlının böyle yakınında çok şirin hayallerle beraber kapkara düşüncelere battığı sırada birden eyvan tarafından bir ses işitildi:
– Hey, niye her taraf sessizliğe gömüldü? Zebinisahan neredeler? Saltanathan, kurban olayım, arkadaşınızı bulamıyor musunuz?
Yine bir ses işitildi:
– Doğru ya, her taraf buz gibi oldu! Hey kızlar, size ne oldu?
Birden birkaç ses yükseldi:
– Zebinisahan, Zebinisahan!
Kızlar