Danabaş Köyü. Celil Memmedguluzade
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Danabaş Köyü - Celil Memmedguluzade страница 5
Yok, vallahi billahi, köyümüz güzel köydür. İnşallah, söylediklerime sonuna kadar sabredersen, bizim köyün kötü olmadığını sen de görürsün.
Hele kötülüğünü, iyiliğini bir yana bırak. Anlatmak istediğim bu değil, sözüm şu; bizim köyde ayaması olmayan bir kişi bile yoktur.
Bizler “ayama” deriz. Bilmem anladınız mı, hayır mı? Ayama, yani lakap.
Ben lakap sözünü açıklayacak kadar bilmezdim; çünkü o kadar bilgim yoktu. Came-i Abbas’tan başka kitap okumamıştım. İmama benzer biri, geçen yıl bizim köyde mersiye okuyordu. Ama, yazık ki adını unuttum. Bir gün, bu imamın yolu, bizim Sadık’ın dükkânına düştü. Anlaşılan, imam önceden Sadık’a, Laklakçı Sadık dediklerini biliyormuş. Dükkânda benden başka birkaç köylü de vardı. İmam, Sadık’tan iki paket mahorka tütünü alıp, paketin birini açtı, çubuğunu doldurup, ateş istedi. Sadık, bir kibrit tanesi yaktı. İmam, çubuğunu tutuşturup, Sadık’a döndü:
–Babana rahmet!
Sonra, çubuğundan birkaç nefes çekip, tekrar ona seslendi:
–Arkadaş, zâtınızın şerefli adına neden “Laklakçı2” lakabını taktılar?
Hocanın sözlerini sadece köylüler değil, ben de hiç anlamadım. Halbuki, ben bu oturanların yanında daha âlimdim. Ama, elbette hepimiz hocanın Sadık’a niye “Laklakçı Sadık” dediklerini, sorduğunu anladık. Sadık, biraz duralayıp, “Laklakçı”nın ayama olduğunu söyledi. Hoca, hayret ederek, tekrar sordu:
–Delikanlı, ayama nedir, ne garip, ne cahil adamlarsınız…
Sadık, sebebini sorunca, hoca bize “Laklakçı”nın Sadık’ın ayaması değil, lakabı olduğunu anlattı. Ayama, halkın kelimesi, lakap, Arapçadır. Hoca, sonunda ayama lafını dilimize almayalım, lakap diyelim, diye bizi iyice tembihledi.
Hepimiz kabul ettik, “tamam”dan başka bir şey söylemedik. Sonra, Sadık, yüzünü imama dönüp, sordu:
–Hoca, zatınız Arapça dersinde çok bilgili olmalısınız.
İmam cevap verdi:
–Oğlum, ne diyorsun? İmam olmak, mersiye söylemek öyle kolay iş mi? Arapça dersini bilmeyen adamı, minbere koyarlar mı?
Sadık, ansızın hocadan şunu sordu:
–Hoca, ekmeğe Arapça’da ne denir?
Hoca, çubuğundan bir nefes çekip, öksürdü. Biraz sonra dedi ki:
–Gardaşım Arabistan’da ekmek olmaz ki, ekmeğe bir ad koysunlar. Orada pirinçten başka bir şey yemezler.
Sadık, hocaya tekrar sordu:
–Peki, pirince Arapça’da ne denir?
Hoca, çubuğundan bir nefes çekip, öksürdü, biraz sonra cevap verdi:
–Arkadaş, sen sahiden laklakçıymışsın. Köylüler, sana yerinde laklakçı demişler.
Bu sözleri söyledikten sonra hoca, abasını düzelterek, dükkândan çıktı gitti. Hepimiz, o gün akşama kadar gülmekten kendimizi alamadık.
Meselâ benim adım Halil, benim adımı Gazeteci Halil koymuşlar. Vallahi, ben gazete nedir, bilmem. Gazeteciyse, aklı ve olgunluğuyla, güzel olaylar, güzel haberler toplayıp, o yana bu yana dağıtan kişidir. Fakat bilmem ki, nereden gazeteci oldum. İnşallah bana niçin “Gazeteci”, arkadaşım Sadık’a da “Lâklakçı”, yani çok konuşan dediklerini açıklarım.
Bize saygı göstermek için koymuşlar; ikimizin de lakabı çok komik değil. Danabaş köyünde öyle lakaplar var ki, söylesem gülmekten katılırsınız. Meselâ; Girdik Hasan, Deve Haydar, Yalancı Sebzali, Eşek Muhtar, Tavşan Kasım. Kısacası, böyle ayamalar, Danabaş köyünde sayısızdı. Eğer hepsini söylemeye kalksam, Rusya’nın kağıthanelerinde kağıt kalmaz.
Arkadaşım Sadık’ın adını, “Laklakçı” koymuşlar. Bizi yaratana yemin ederim ki, bu lakap ona hiç yakışmıyor. Sadık’ın çok konuştuğu doğru. Her tarafta öyle konuşarak oturur. Söyler, söyler, yorulmak nedir, bilmez. Ama, ne yapayım, öyle tatlı konuşan da bence yeryüzünde yoktur.
Üstelik, bizim Danabaş köyünde, her çok konuşana, laklakçı dendiğini herkes bilir. Sonuç olarak, her çok konuşan bir değil. Ben, sabahtan akşama kadar konuştukları hâlde, konuşmalarına hiç doymadığım öyle kişiler tanıyorum ki. Şayet, her konuşana laklakçı denseydi, vaizlerin hepsine laklakçı dememiz gerekirdi; çünkü onlar, minbere çıkınca, inmeyi bilmezler.
Hayır, her çok konuşana laklakçı denemez. Birisi, Allahuteala hakkında sohbet etmeye başlıyor, bir başkasıysa Kerbela’ya ve Mekke’ye gidişini anlatıyor, böyle kişilere laklakçı denir mi? Hayır, olmaz; böyle konuşmak, günahtır, haksızlıktır.
Bırak, herkes ne derse desin. Bırak Sadık’a da “Laklakçı.” desinler; ama o ölene kadar benim arkadaşım, dostum ve dert ortağımdı! Bazısı kızını kötüler, bazısı anasını. Belki de Sadık hakikaten laklakçıydı. Ama o konuşunca gerçekten, yanaklarından öpmek için kalkmalıyım.
Peki, bana niye “Gazeteci” diyorlar? Sebebini açıklayayım. Bana, Sadık’la arkadaşlık etmeye başlayınca “Gazeteci” dediler. Gerçekten de benim adımın Gazeteci konmasına sebep, arkadaşım Sadık’tı.
Burada konu biraz uzadı.
Biz tanışalı iki yıl oluyor. Tanışmamız şöyle oldu: Bir gün, koltuğuma birkaç top basma alıp, Sadık’ın dükkânına gittim. O zamana kadar aramızda böyle bir arkadaşlık yoktu. Biraz oturdum. Sadık, bir çubuk doldurup verdi, içmeye başladım. Dükkânda yalnızdık. Çubuk çekmekle meşguldüm. Tabii ki, Sadık konuşmaya başladı. Önce de arzettiğim gibi, onun sohbeti daima hoşuma giderdi. Ama bu kez büsbütün âşık oldum. Arkadaşım, bu defa öyle tatlı bir şey anlatıyordu ki, belki yirmi, otuz müşteri dükkâna girdi ve boş çıktı. Her gelene “Senin istediğin şey dükkânda yok.” diyorduk. Anlattı, anlattı, anlattı, nihayet bir yerde durdu. Sonra dikkatle yüzüme baktı, bir ah çekti ve dedi ki;
–Emmoğlu Halil, benim bir arzum var.
–Gardaşım arzun nedir?
–Emmoğlu, biz ölüp gideceğiz, lâkin bu güzel hikâyeler unutulacak diye çok esef ediyorum.
–Emmoğlu, hiç üzülme, bu olayları yazıya geçiririm ve kitap bastırıp adını “Danabaş…” koyarım. Biz ölüp gideriz, ben ölünce, beni ne Kerbela’ya götürsünler, ne de övsünler; çünkü ben Allahutealanın talihli kullarındansam, övgüsüz de ahirette yüzüm öyle ak olacak, günahkar bir kulsam, ne övgü yardım eder, ne de başka bir şey. Varımı yoğumu satıp paraya çevirmelerini, yazdığım hikâyeleri
2
Şeyh Bahâ’nın din kitabıdır.