Türkistan Yesevî'nin Şehri Yesi'ye Dair. Yakup Ömeroğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Türkistan Yesevî'nin Şehri Yesi'ye Dair - Yakup Ömeroğlu страница 8
Doğrusu, bu ilk ziyarette, mimarinin genel etkileyiciliğinin dışında bir özelliğini göremediğimi, buraya daha sonraki gelişlerimde fark edecektim. Bir Rus generaline atfen denilir ki; “Şark sırlarla doludur, hiçbir zaman ilk görüşte kendini teslim etmez.” Yesevî Türbesine her gelişimde öğrendiğim yeni şeyler, bu sözü hatırlatıyordu.
Yesevî Türbesi, Sovyet döneminde yapılan çevre düzenlemeleri ile adeta şehirden koparılmışçasına, ayrı bir bölgede bulunuyor. Kendine en yakın şehir binalarına uzaklığı 500 metre civarında. Türbenin güney ve doğu cepheleri şehre bakıyor, ancak bu arada da ağaçlandırma ve yol çalışmaları eksik olduğundan hem şehir hem de türbe dokusunda kopukluk meydana geliyor. 1975 yılında Kültepe ve eski Yesi yerleşim bölgesinden 65 hektarlık bir bölge koruma altına alınmış ve bu geniş alan Türbe sahası olarak tahsis edilmiş. Türbe çevresinde yapılan düzenleme faaliyetleri ile, bilinçli veya bilinçsiz olarak, bu geniş alanda bulunan Osmanlı usulü hamamdan ahşap yapılara kadar pek çok kıymetli eser yok edilmiş ve muhteşem abide çevresindeki boşlukta yalnız bırakılmış. Bugün bu alanda Türbenin hemen önünde, büyük türbenin türbedarı gibi duran Rabia Sultan Begüm Türbesi ve onun yanına iliştirilivermiş, iğreti görünüşlü, gelen ziyaretçilere bilet satışının yapıldığı küçük bir kulübe duruyor. Bu küçücük kulübenin içinde her zaman çoğunluk kadınlarda olmak üzere üç dört kişiden az insan bulunmaz. Bilet satışının yanında, Kazakça dini yayınları, tespih ve kartpostal gibi bazı hatıra eşyaları da buradan temin etmek mümkün.
Külliyenin en önemli tarihi bölümlerinden birisi olan, Ahmet Yesevî’nin 63 yaşında yer altına girdiği çilehane ise Kültepe’nin zirvesine yakın bir yamaçta durur. Bu yamacın hemen altında ise çevresi ile irtibatları koparıldığı için burada bulunuşu özel dikkatle fark edilebilen ilk Kazak Hanlarından Esim Han’ın Türbesi bulunur.
Türbenin kabirhane bölümünün bulunduğu kuzey cephesinin duvarına elli metre kadar uzakta, duvarlarının yarısı yere gömülü küçük bir mescit ile sonradan yapılan idare binaları geniş alanın içine düzensizce serpiştirilmiş bir halde dururlar.
Ayrıca yine türbenin güneyinde, sonradan yapılan bir hediyelik eşya mağaza binası, içlerinde dervişlerin hücrelerinin bulunduğu kalın ve yüksek bahçe duvarı kalıntıları bulunmakta.
Türbeye dışarıdan bakıldığında yeşile çalan yumuşak bir mavi renk gözleri okşar. Yüksek duvarların, yerden bir adam boyu mesafesi dışında kalan kısımları, bu turkuaz rengi hakim kılan çinilerle kaplanmış. Çiniler ehli olmayana kendini teslim etmeyen süslemelerle dolu. Pek çokları gibi ben de bunları, sadece çinilere işlenmiş desenler olarak görüyordum ta ki, Prof. Dr Şahin Uçar Hocayla türbeyi gezene kadar. O gün, Kültepenin üzerinden durup türbeye bakarken Hoca; “kufi yazılar ne güzel yerleştirilmiş” diyerek bir bir okumaya başladı. Benim yalnızca çini deseni olarak gördüğüm şekiller meğer “Allah, Muhammet, Ali…” kelimelerinin, kufi yazı tekniği ile yazılmış halleri değil miymiş? Daha sonraki ziyaretlerde ben de, bu yazıları beraber geldiğimiz arkadaşlara tanıttım. Her biri en az benim kadar hayrete düşüyordu.
Ayrıca her cephede, kufi yazılarla beraber değişik dönemlerde Türk grupları tarafından kullanılan tamga şekilleri vardı. Görenleri en çok şaşırtan ise gamalı haç şeklindeki Türk tamgası oluyordu. Neden bu tamgaların seçildiğini tam olarak henüz bilen yok ama bir görüş, bunların türbenin yapıldığı dönemde Türkistan civarında yaşayan Türk boylarının sembolleri olabileceğini ileri sürmekte.
Türbede aylar sonra fark ettiğim bir ayrıntı ise kemerli kapının sütunları arasına gizlenmiş kuş yuvalarıydı. Kuşlar için ayrılmış, bir tuğla genişliğindeki bu yerlerden, belki yüzlercesini saymak mümkün. Türbenin ön girişi olan taç kapının sütunları içinde, güvercinler başta olmak üzere değişik türlerden kuşlar yuvalanmış. Ayrıca yuvaların bulunduğu sütunlara, kuşların yuvalarına gelip giderken konmaları için ağaç ve demir uzantıların yerleştirilmesi de ihmal edilmemişti.
Günün her saatinde, ama özellikle akşam gün batımına yakın, Yesevî Türbesi kuşlar orkestrasının konserine sahne oluyordu. Kemerlerin üzerinde, konmaları için tahsis edilmiş ağaç ve demir çubukların üzerine yerleşen yüzlerce değişik kuş, kendi lisanlarından seçme ezgileri icraya başlıyorlardı.
Kuşların kondukları bu ağaç çıkıntıları, mimarların hatası olarak burada bırakıldığını düşünebilenler dahi vardı. Kuş ve kabir Anadolu’da da beraber değil midir? Anadolu’da da mermer kabirlerin üzerine yağmur sularının birikerek kuşların içmeleri için su kapları yaptırmaz mı insanımız?
Ama yok, şimdi; kuşların kültürümüzdeki yerini bir kenara bırakıp, konser saatlerini büyüleyici hale getiren gruptan bahsetmeliyim. Güneşin batışı ve gökyüzü bir başka alemdir bu diyarda. Güneş her akşam, bir öncekine hiç benzemeyen ve belki o saate kadar daha önceki hiçbir akşamda görülmemiş kızıl ebrular şekillendirerek batar ufkumuzdan. Belki hayatında gurubu seyretmenin zevkini bir kez dahi tatmamış olanlar bile tiryakisi kesilirler bu ebruların. Ah keşke kuşların konseri sürerken herkese, Kültebeye oturup , sabitmişçesine duran, ama çok yumuşak süzülüşlerle şekil değiştiren o kızıl ebruları seyrettirmek mümkün olsaydı; o zaman bütün gözler benim anlatamadıklarımı da görür ve her kulak o sesleri duyardı.
Kuşların her akşam konser verdikleri taç kapının kemerleri arasında duran, Türkistan yıldızı motiflerinin sedef kakmalarla işlendiği paha biçilmez kapıdan geçildiğinde, orta yerinde rahmet kazanının bulunduğu ana salona girilir, fakat bu kapıyı kullanmak bilet alarak gelen ziyaretçiler için mümkün değildir. Onlar Taç kapının sağ sütununu yanında bulunan küçük bir kapıdan içeri alınırlar. Kapıdan geçince dar bir koridorla ana salona giden bu aralıkta, küçük bir hücreye sıkışmış bilet kontrolü yapan memureler bulunur. Koridorun bitiminde ise arzu edenlere Türbeyi anlatan rehberlerin kullandıkları hücre yer alır. O büyük yapıda günlük kullanılan yerler, bu iki hücreciktir.
Bu dar koridordan ana salona çıkanların ürpermemesi mümkün değildir. En yüksek noktası 37.5 m ve eni 18 metreden fazla olan tuğla kubbesi ile bu geniş salon, adeta insana acizliğini hatırlatmak üzere inşa edilmiş gibi durur. Orta Asya’da bulunan en geniş tuğla kubbe olarak bilinen örtünün altında etrafa gözlerini gezdiren her ziyaretçi, o büyük hacim içerisinde kendi varlığının eridiği hissiyatından kurtulamaz.
Salonun orta yerinde duran rahmet kazanı, ilk bakışta bu histen kurtulmak için bir ümitmiş gibi görünür. Dünyada ikinci bir emsali olmayan üç ton su alabilen, ağırlığı iki tonu bulan, çapı 2.45, yüksekliği 1.62 metre olan bu eser, kubbenin eziciliğiyle mukayese edildiğinde nispeten rahatlatıcı olduğundan olsa gerek, salonun genel atmosferinden kurtulmak için bir ümit kapısıdır. Belki de bu yüzden türbenin detayları arasında en fazla incelenen unsuru rahmet kazanıdır. Hemen her ziyaretçi altın, kalay, kurşun, bakır, demir, çinko ve gümüş karışımından yapılmış bu kazanı dakikalarca etrafında dönerek incelerler. 1399 yılında Tebrizli Şerafettin Usta tarafından, Dede Korkut hikayelerinde de adı geçen Karnak’ta dökülerek buraya getirilmiş kazanın, okuyamasalar bile etrafına yazılmış ayetler, yapan ustanın kitabesi ve 22 defa “Dünya Allah’ındır” ifadesi, kulpları ayrı ayrı ilgi odağı