Yosun Kokusu. Sabir Şahtahtı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yosun Kokusu - Sabir Şahtahtı

Скачать книгу

yaşından daha genç gösteriyordu. Her zamanki gibi Rusça öğretmenim gittikten yarım saat sonra o gelirdi. Bu defa geldiğinde Rusça öğretmenimin saçlarımdaki tükrüğünü yeni temizlediğim için saçlarımdan sular akıyordu. Defterimi koltıuğumun altına sıkıştırmış merdivenlerden çıkarken Molla Haşim’le karşılaştım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken koltuğumun altındaki defteri çekerek: “Defter ıslanacak!” dedi.

      İçeri geçip saçımı kuruladım ve geri döndüm. Molla Haşim, Rusça yazdığım defteri okuyordu. Öylesine dalmıştı ki beni fark etmesi epey zaman aldı. Başının üstünde dikilip kendisine baktığımı fark ettiğinde irkilerek defteri yanına bıraktı. İş üstünde yakalanan hırsızlar gini renkten renge girdi.

***

      Zahir Şah’ın devrilmesinden sonra ülkede siyasi durum oldukça kötüye doğru gitti. 1970 yılından başlayarak ard arda devam eden kuraklık, sonunda kıtlık yaratarak sosyo-ekonomik dengeyi bozmuştu. Şimdi ise manevi kuraklık yaşıyorduk. Aynı yıllarda babamında çok etkilendiğini annem yeni yeni anlatıyordu. Çünkü Zahir Şah’ın yakın adamları siyasi takibe uğruyor, tutuklanıyor ya da ortadan kaldırılıyorlardı. Zahir Şah, İtalya’da tedavi olurken darbe yapan amcası oğlu ve kayın biraderi Davud Han’ın da Ağa’ma büyük saygı beslediğini sonradan öğrendim.

      Rusça öğrendiğim zamanlarda sık sık Ağa’mı ziyarete gelen insanları bir köşede oturarak dinlerdim. Siyasi sohbetler beni mıknatıs gibi çekiyordu. Bazı kelimeleri anlayamıyordum: Milli Sosyalizm, sağcılar, solcular, libareller, demokratlar, muhalifler gibi kelimeler, beni epeyce düşündürüyordu.

      Bu kelimeler arasında en fazla “cihat” kelimesini duyuyordum. Ağa’m konuştukça evde bulunan misafirler not alıyorlardı. Anladığım kadarıyla cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili tavsiyeler veriyordu. Bazen siyasi tartışmaların en ateşli bir yerinde konuşmalar Arapça’ya dönüyordu. Ancak, konuşmalarda geçen “cihat”, “şürevi”, “cengi cihan” gibi kelimelerden konunun ne olduğunu anlayabiliyordum.

      Evimizde sık sık şiir geceleri ve ilmi konuşmaların yapıldığı toplantılar da düzenleniyordu. Kabil’in yüksek tahsilli insanları bu toplantılara katılıyordu. Bazen Afganistan’ın değişik şehirlerinden gelen misafirlerimiz de oluyordu. Ağa’mın teklifi ile her dafasında bir misafir, toplantıyı yönetiyordu. Toplantının en sonunda Ağa’m bütün konuşmaların bir özetini yaparak toplantıyı bitiriyordu.

      Bir gün doğa olaylarının konuşulduğu ilginç bir sohbetin şahidi oldum: İmam Cevahir, yağmur ve rüzgarın oluşması ve onların birbirlerine etkisi konusunda yaklaşık yarım saat konuştu. Ben, toplantının başından beri kafama takılan bir soruyu sormak için fırsat kolluyordum. İmam Cevahir’in sözleri biter bitmez, ayağa kalkarak, meclis adabına uygun elimi kalbimin üstüne koyarak titrek bir sesle:

      –Sahip İmam, bulutlar süzülerek nereye gidiyorlar?

      Ağa’mdan başka herkes gülmüştü. Hatta yüksek sesle kahkaha atanlar bile vardı. Bu gülüşmelerden o kadar sıkıldım ki, yüzüm kızarmaya başladı, ateş yavaş yavaş vücudumun her tarafına yayıldı. Sanki altıma kaçıracaktım. Bacaklarımı sıkarak bir Ağa’ma bir de İmam Cevahir’e bakıyordum. Sonra toplantıdaki insanları süzerek, beni bu sıkıntıdan kimin kurtaracağını anlamaya çalışıyordum. Neredeyse “imdat” diye bağıracaktım. Birden, toplantı bitince herkesin birbiriyle el sıkışarak vedalaştığı o an aklıma geldi. İçimden “Keşke şimdi herkes vedalaşsa!” diye geçirdim.

      Tam o anda İmam Cevahir, yaşlı bedenini kilimin üstünde toplayarak nargilesinin marpucunu eline alıp ağzına götürdü. Ağa’m ise her zamanki sakinliği ile oturuyordu ama ben onun ruhunun çaresiz bir şekilde nasıl çırpındığını hissedebiliyordum. Daha önceki toplantılarda son sözü demek için herkesten izin isterdi ama şimdi aceleyle konuşmaya başladı:

      –Öncelikle alimlerin huzurunda saygısızlık eden oğlumun sorusunu cevaplandırayım.

      Ağa’m bana ilk defa “oğlum” diye hitap edince duygusallaştım ve vücudumun ateşi daha da arttı. Ancak, bu defa sevincimden ateşim yükselmişti. Altıma kaçırdığımı unutmuş, Ağa’m sözlerinin öncesinde ne dediğini anladığımda o devam etti:

      –Biz “buluş” denilen her yeniliğe dikkat edecek olursak, insanın her şeyi doğadan aldığını görürüz. Eğer uçak, kuşların teknolojik modeli ise gemiler de balıkların demirleşmiş şeklidir. Ağır silahlar, Japonya’ya atılan atom bombası, volkan ile mantarın ortak şekli değil midir? Mantar zehirlenmesi mide ve bağırsakları aynı radyasyon zehirlenmesi gibi etkiler. Sadece Allah, her şeyi insan için ve onun devamlılığını sağlayan kainat için yaratmıştır. İnsan ise bunların benzerini kötü niyetler için yapmıştır. Biraz daha net konuşursak, buluşu yapanlar değil, o buluşu kullananlar kötü niyetli oldular.

      Bulutlar aşıktır, onlar kendi maşuklarını toprakta kaybedip, göklere çıkmışlar. Bütün dünyayı dolaşıp maşukları bulamayınca gözyaşı akıtmaktan başka yolları kalmamış. Toprak yeşerttikçe yeşertiyor ki, belki bulutların maşuklarını onlara gösterebilsin. Ulu Rumin’in dediği gibi: “ Bulutlar ağlamasa, çimenler gülmez!” Alah insanı kendisine hem de doğaya borçlu yarattı.

      Ağa’mın sözleri her zamanki gibi dua edilerek alıkşlandı. Ben sevinç içinde çırpınıyordum. Ağa’m gibi güçlü bir koruyucum olduğu için gururluydum. Bu tarihten sonra bulutların hareketini izlemek benim en önemli işim oldu. İzlediğim beyaz, siyah, gri, hatta nadiren de olsa kırmızı renkli bulutlar gerçekten de ağlıyorlardı.

      Ben büyüdükçe, Ağa’mın Afganistan hakkında dedikleri bir bir çıkıyordu. Gerçekten de İslamiyet hakarete uğramıştı. Çünkü Sovyet ordusu Afganistan’daydı. Bundan iki yıl sonra ben 10 yaşına girmiştim. O yıl doğum günümü komşumuzun iki oğlunun aynı anda şehit olması nedeniyle yapamamıştık. Sonraki iki yılda da durum aynı oldu; çünkü bizim sokakta hep şehit çadırı vardı. Bu yıl ortalık daha sakindi; çünkü Sovyet kurşununa hedef olacak kimse kalmamıştı. Kalanlar ise farklı sebeplerden dolayı bu kavgaya katılmıyordu. On üç yaşındaydım ve sanki bu yıl doğum günü kutlayacaktık. Doğum günüme günler kalsa da evde hummalı bir hazırlık vardı. Annemle babam, benim doğum günüm nedeniyle Ağa’mın bize geleceğini umuyorlardı. Bütün bunları onlardan duymasam da hareketlerinden hissediyordum. Çünkü konuşmalar genellikle fısıltı halindeydi ve benden gizlenirdi. Ağa’mın bize geleceğini ümit etseler de ikisi de buna pek inanmıyordu. Bunu ya zeki olduğum için ya da ailemin saf olması nedeniyle anlıyordum.

      Nihayet Dursun bize geldi. Yüz ifadesi pek hoş olmasa da zorla gülümsemeye çalışıyordu. Avluda duran babamın yanına gitti. Ayakta yapılan konuşmalardan durumun iyi olmadığını anlamıştım. Dursun günahkar adamlar gibi neredeyse iki kat eğiliyordu. Ağa’m doğum günü kutlamasının kendi evlerinde yapılması için haber göndermişti. Sanırım gelen sipariş olumlu değildi. Pür dikkat babama ve biraz geride onları dinleyen anneme bakıyordum. Babam birkaç defa “Başım üstüne!” diyerek verilen kararı saygı ile karşılayacağını belirtiyordu.

      Ailemin suratı ertesi gün öğlene kadar düzelmedi. Ağa’mın bizi affederek evimize geleceği hayallerimiz boşa çıkmıştı.

      Doğum günümden iki ay önce Ağamlara geldik. Gerçi hafta sekiz, biz dokuz bir aradaydık. Daha doğrusu ben bu evin bir ferdiydim. Bu defaki

Скачать книгу