Robinson Crusoe. Даниэль Дефо
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Robinson Crusoe - Даниэль Дефо страница 7
Yine de o bölgenin halkından ve onların ellerine yeniden düşmekten öylesine korkuyordum ki, burada ne kıyıya çıkmaya ne de karaya yanaşmaya hiçbir şekilde cesaret edemedim. Rüzgârın gayet güzel esmesi sayesinde beş gün boyunca durmadan yola devam ettim. Sonra rüzgâr yönünü güneye çevirdi, böylece peşime düşen herhangi bir gemi varsa rüzgârın yön değiştirmesiyle beni aramaktan vazgeçmiştir diye düşünmeye başladım. Bu yüzden de karaya yanaşma cesaretimi toplayarak küçük bir nehrin ağzına demir attım, bulunmuş olduğum yerin neresi olduğunu, hangi iklime, hangi enleme, hangi boylama, hangi ülke topraklarına ya da hangi nehre bağlı olduğunu bile bilmiyordum. Ne tek bir insan görmüştüm ne de görmek istemiştim, zaten tek dileğim tatlı suya ulaşabilmekti. Nehre akşam çöktüğünde girmiştik, hava karardıktan hemen sonra yüzerek karaya çıkmaya ve etrafı keşfetmeye karar verdik; ancak karanlık çöker çökmez etraftan yükselen vahşi hayvanların havlamaları, kükremeleri ve korkunç ulumaları yüzünden buna cesaret edemedik, zavallı çocuk korkudan ölecek gibiydi, sürekli olarak gün ağarana kadar kıyıya çıkmamız için bana yalvarıyordu.
“Tamam, Xury.” dedim ona. “O zaman gitmeyeceğim ama gün aydınlandığında da karşımıza bu hayvanlardan çok daha kötü insanlar çıkabilir.”
“Öyleyse ateş edersin silahla.” dedi Xury gülerek. “Hepsini kaçırırsın.” Xury’nin bizim gibi kölelerden öğrenmiş olduğu İngilizcesi bu kadardı. Bununla birlikte, çocuğun kendini toparlamış olduğunu görmekten dolayı da mutluydum, onu daha fazla neşelendirmek için (patronumuzun kasasındaki şişelerden) bir yudum içki verdim. Ne de olsa, Xury’nin önerisi gayet mantıklıydı, ben de onun sözünü dinlemiştim. Küçük çapamızı atarak olduğumuz yerde demir aldık ve bütün gece sessizce orada yattık. Sessizce diyorum çünkü ikimiz de uyuyamadık; iki ya da üç saat içinde pek çok türden büyük yaratığın (isimlerini bile bilmiyorduk), kıyıya inerek serinlemek için nehre girdiklerini, suyun içerisinde debelenerek yıkandıklarını gördük, öylesine büyük gürültü çıkarıyor, uluyor ve homurdanıyorlardı ki, hayatım boyunca böylesine korkunç ve iğrenç sesler duyduğumu hatırlamıyordum.
Xury, çok korkmuştu, ne yalan söyleyeyim aslında ben de çok korkuyordum; ancak bu güçlü yaratıklardan birinin teknemize doğru yüzdüğünü duyduğumuz anda ikimiz de paniklemeye başlamıştık; onu görmüyorduk ancak öfkeli şekilde solumasından ne kadar heybetli, korkunç ve vahşi bir hayvan olduğunu tahmin edebiliyorduk. Xury, onun bir aslan olabileceğini söylüyordu; belki de bir aslandı ancak ben tam olarak ne olabileceğini kestiremiyordum; zavallı Xury korkudan hemen demir alıp oradan uzaklaşmamız için bağırdı. “Hayır!” dedim ona. “Xury, şamandırayı uzatarak denize doğru ilerleyebiliriz, böylece bizi takip edemez.”
Bu sözlerimi henüz bitirmiştim ki, yaratığın (her ne ise) iki kürek mesafede tekneye yakın konumda durduğunu fark ettim; şaşkınlıktan donup kalmıştım; kendimi toparlamaya çalışarak elimden geldiğince hızlı hareket ederek, kamaradan içeri girdim ve silahımı alıp yaratığa ateş ettim; hayvan yaşamış olduğu şaşkınlıkla arkasını dönerek, karaya doğru yüzmeye başladı.
Ancak tüfeğin patlaması öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki etraftan yükselen korkunç çığlıkları, ulumaları ve bağırışları kelimelerle tarif edebilmek mümkün değildi, aynı zamanda bu yaratıkların bugüne kadar hiç silah sesi duymadıklarına da ikna olmuştum. Geceleri buradan kıyıya çıkamayacağımız gün gibi aşikârdı; gündüz nasıl kıyıya çıkacağımız ise başka bir sorundu. Herhangi bir vahşinin eline düşmek sonuç olarak bir aslan ya da kaplanın pençelerinin arasına düşmekten çok daha kötüydü; aslında her iki tehlike de eşit oranda bizim için büyük sorun teşkil ediyordu.
Her hâlükârda kıyıya çıkmak zorundaydık, çünkü teknemizde bir damla olsun içme suyu kalmamıştı; en önemli soru ise bu suyu nereden bulabilirdik ve tekneden ne zaman inmemiz gerekirdi? Xury, testilerden birini alarak kıyıya çıkmasına izin verecek olursam, su arayabileceğini ve bana da biraz getirebileceğini söyledi. Ona neden kendisinin gitmek istediğini sordum? Neden o teknede kalmıyordu, neden ben gitmiyordum ki? Çocuk bana öylesine sevgi dolu sözlerle karşılık verdi ki, buna inanılmaz mutlu olmuştum. “Eğer vahşi adam gelirse beni yer, sen kaçar.” dedi bana.
“Tamam, Xury.” dedim ona. “İkimiz birlikte gideceğiz ve vahşi adamlar gelecek olursa onları öldüreceğiz, böylece ikimizi de yiyemezler.” Çocuğu biraz daha cesaretlendirmek için ona bir parça peksimet ekmeği ve patronun şişesinden bir yudum daha içki verdim; böylece tekneyi kıyıya çıkarabilmemiz için en uygun yer olacağını düşündüğümüz bir konuma çektik, yanımıza tüfeklerimizi ve ikişer testiyi alarak tekneden indik.
Vahşilerin küçük kayıklarından birinin her an karşımıza çıkma olasılığından korktuğum için, teknemizi gözümün önünden ayırmak istemiyordum; ancak çocuk karada bir mil kadar ileride bulunan çukura doğru koşarak uzaklaşmıştı, bu yüzden bir süre sonra koşarak yanıma geri dönene kadar olduğum yerde bekledim. Öylesine telaşla koşturuyordu ki peşine takılmış bir vahşi ya da korkunç bir hayvan olduğunu düşünmeye başlamıştım, ona yardımcı olabilmek için koşmaya başladım. Ama ona yaklaştığım sırada omuzlarından sarkan bir şey olduğunu gördüm, sanki bir tavşana benziyordu ama hem rengi farklıydı hem de bacaklar bir tavşanınkinden çok daha uzundu. Her ne olursa olsun ikimiz de buna çok sevinmiştik, hayvandan çok iyi et çıkmıştı; ancak etten ziyade zavallı Xury’inin bana güzel bir kaynaktan su bulmuş olması çok daha fazla sevindirmişti ve etrafta hiç vahşi adam da görmemişti.
Kısa bir süre sonra, aslında su için boşu boşuna bu kadar yorulmuş olduğumuzu anladık, çünkü gelgit çıktığında deniz suyu nehirden çekiliyor ve ardında çok güzel, içilecek tatlı su bırakıyordu. Hemen testilerimizi doldurduk, yakalanan tavşanla da kendimize güzel bir ziyafet çektikten sonra, kara boyunca kimseyi görmeyince yeniden yola çıkmak için hazırlandık.
Daha önce bu kıyılardan bir sefer geçmiş olduğumdan, Kanarya Adaları ve Cape de Verde sahillerinden çok uzak olmadığını gayet iyi biliyordum. Ancak hangi boylamda bulunduğumuzu gözlemlemek ya da en azından yeri tam olarak ölçebilmek için kullanabileceğimiz hiçbir aletimiz yoktu, ben de bu yüzden tam olarak o adaların yerlerini hatırlayamıyordum, nerede aramam ya da o adalara gidebilmek için hangi rotayı seçmem gerektiğini bilmiyordum. Tüm bu bilgilere sahip olsaydım onların yerini kolayca bulabilirdim. Sadece tek bir umudum vardı; bu sahil boyunca yoluma devam edecek olursam, İngilizlerin alışılagelmiş ticaret limanlarından birine ulaşabileceğimi ya da bu güzergâh üzerinde geçen herhangi bir gemi tarafından kurtarılabileceğimizi düşünüyordum.
Yapmış olduğum hesaplamalara göre, şu anda bulunduğumuz konum Fas İmparatorluğu’nun egemenliği ile zenci halkın toprakları arasında kalan vahşi hayvanlardan başka hiçbir canlının yaşamadığı ıssız bölgelerden biri olmalıydı. Mağriplilerin korkusundan zenciler bu toprakları terk ederek güneye gitmişler ve Mağripliler bu toprakların verimsizliğinden dolayı yaşamaya değer bulmamışlardı. Aslında her iki taraf da adada yoğun bir şekilde yaşayan aslan, kaplan, leopar ve diğer vahşi yaratıklar yüzünden kaçmışlardı. Bu sebepten dolayı Mağripliler buraya iki ya da üç bin kişilik orduyla sadece avlanmak için geliyorlardı; gerçekten de geçtiğimiz tüm bu sahil boyunca gündüzleri ıssız bakir araziden, geceleri ise uğuldayan, havlayan ve kükreyen vahşi hayvanların gürültüsünden başka hiçbir şey duymadık.