Robinson Crusoe. Даниэль Дефо
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Robinson Crusoe - Даниэль Дефо страница 11
Hepsi bu sözlerimi her zaman çok dikkatli bir şekilde dinlemişti, ama o zamanlar zencilerin köle ticareti henüz daha yoğun bir şekilde yapılamıyor, sadece İspanya ve Portekiz krallarının izniyle az sayıda köle ülke sınırlarına sokulabiliyor ve onlar da halka çok yüksek fiyatlara satılabiliyordu.
Bazı tüccarlar ve çiftçilerle birlikte olduğum bir gün, onlara bu konu hakkında çok ciddi bilgi vermiştim, ertesi gün içlerinden üçü yeniden yanıma gelerek, anlattıklarımla fazlasıyla ilgilendiklerini söyleyerek, bana bu konuda gizli bir teklifte bulunmak istediklerini belirttiler. Bu durumun aramızda kalması konusunda tekrar uyarıda bulunarak, Gine’ye gitmek üzere bir gemi hazırladıklarını anlattılar. Benim gibi onlar da toprak sahibiydi ve tarlalarında çalışacak ırgat bulmada çektikleri sıkıntıyı başka hiçbir konuda çekmiyorlardı; sonuç olarak köle ticareti yapılmasına müsaade edilmediğinden ve halka açık bir şekilde satışı yasak olduğundan, tek seferlik bir yolculuk yapmak istediklerini, böylece dönüşlerinde gizlice ülkeye zenci getireceklerini ve onları kendi topraklarında çalışmaları için çiftçiler arasında bölüşeceklerini açıkladılar. Bütün bunları bana anlatmalarının tek sebebi ise, bu yolculuğa yük sorumlusu olarak çıkmamı ve Gine kıyılarındaki ticareti yönetmemi istemeleriydi; bunun karşılığında benden herhangi bir bedel talep etmeden tıpkı kendileri gibi eşit oranda pay almamı öneriyorlardı.
İtiraf etmem gerekir ki, bu gerçekten adil bir öneriydi; ayrıca kendine yeni bir düzen kurmaya çalışan ve henüz tam anlamıyla bir çiftlik kurmayı başaramamış bir kişi için de çok iyi kazanç sağlaması açısından bulunmaz bir fırsattı. Ancak ben düzenimi gayet iyi kurmuştum ve başladığım gibi çalışmaya devam edecek ve İngiltere’de kalan yüz sterlinimi de getirtecek olursam üç ya da dört yıl boyunca rahat bir şekilde yaşamam için önümde hiçbir engelim kalmıyordu. Geride kalan paramı da aldıktan sonra, ürünlerimden üç ya da dört bin sterlinlik bir varlığa sahip olabilecektim; kısacası benim konumumdaki bir kişinin böyle bir yolculuğa çıkması, hayatı boyunca verebileceği en saçma karar olurdu.
Ama ben, tamamen kendimi mahvetmek üzere doğmuş olan bir kişiydim, zamanında babamın vermiş olduğu nasihatleri dinlemeyerek kendimi sadece boş bir hevesten ibaret olan bir maceranın kollarına bıraktığım gibi, bu teklife de karşı koyacak iradeyi gösteremedim. Kısaca belirtmem gerekirse, yokluğumda arazilerime bakmayı ve başıma bir iş gelecek olursa topraklarımı onlara vermiş olduğum talimatlar doğrultusunda ilerletmeye devam etmeyi kabul edecek olurlarsa tüm kalbimle bu yolculuğa çıkmaya hazır olduğumu söyledim. Bunların hepsini kesinlikle yapacaklarına söz verdiler ve hatta bu konuda yazılı olarak bir sözleşme bile hazırladılar. Şayet ölecek olursam, geride kalan mal varlığımı mirasçım olarak hayatımı kurtaran geminin kaptanına bıraktığımı belirttiğim bir vasiyetname hazırladım ve mallarımın yarısını kendisi için almasını ve diğer yarısını da İngiltere’ye göndermesini istediğimi yazdım.
Kısacası, başıma bir iş gelecek olursa çiftliğimin menfaatlerinin korunması ve üretimin devam etmesini sağlamak adına mümkün olabilecek tüm önlemleri almıştım. Çiftliğime ve mal varlığıma karşı göstermiş olduğum ihtiyatlı davranışın yarısını kendi menfaatlerimi korumak için göstermiş ve yapmamam gereken ve yapmam gerekenler konusunda gerektiği gibi doğru kararları alabilmiş olsaydım, bu denli başarılı yürütmüş olduğum işimi bir hiç uğruna geride bırakarak böylesine bir deniz yolculuğuna çıkmazdım. Başıma gelebilecek onca talihsizliği ve denizde karşılaşabileceğim tüm tehlikeleri göze almamış olurdum.
Ancak bu yolculuğu yapmayı kafama koymuştum bir kere ve mantığımı dinlemek yerine yine körü körüne hayallerimin peşinden koşmaya başlamıştım. Böylece yola çıkacak geminin hazırlıkları tamamlanmış, yükleme bitmiş, yapmış olduğumuz antlaşma doğrultusunda her şey ortaklarım tarafından sağlanmıştı. Sonunda, 1 Eylül 1659 tarihinde, uğursuz bir saatte, bir zamanlar anne ve babama karşı isyankâr davranışlar gösterip, büyük bir aptallık yaparak hiç uğruna Hull’den çıkmış olduğum yolculuğun yıl dönümünde, yeniden denizlere açılmak için gemiye bindim.
Gemimiz yaklaşık olarak yüz yirmi ton ağırlıktaydı, gemide benim dışımda, altı top ve on dört denizcinin yanı sıra kaptan, kaptanın uşağı yerlerini almıştı. Boncuk, camdan malzemeler, mermiler ve diğer ufak tefek parçalar ve özellikle zencilerle yapacağımız ticarette kullanılmak üzere küçük aynalar, bıçaklar, makaslar ve baltaların haricinde gemide başka büyük yükümüz yoktu.
Gemiye bindiğim gün yola çıktık, yelkenler fora edilip bulunduğumuz kıyıdan kuzeye doğru yol almaya başladık, Afrika sahilleri bulunduğumuz konumdan on ila on iki derece kuzey enlemlerinden geçiyordu. St. Augustino Burnu açıklarına ulaşana dek hava çok güzeldi, ancak ilerlediğimiz kıyı şeridi boyunca sıcaklık giderek artarak bunaltıcı seviyeye ulaşmıştı. Burunu geçtikten sonra kıyıdan uzaklaşarak, kısa süre sonra kara manzaramızı tamamen kaybettik ve Fernando de Noronho Adası’na doğru yönümüzü doğuya yönelterek, poyraz rüzgârını arkamıza aldık. Bu rota üzerinde on iki gün boyunca ilerleyerek Ekvator’u geçtik ve son gözlemlerimize göre yedi derece yirmi iki dakika kuzey enleminde yolumuza devam ettiğimiz sırada birden kendimizi şiddetli bir kasırga ve fırtınanın içinde bulduk. Fırtına ilk olarak güneydoğu yönünden patlak verdi, sonra yönünü değiştirip kuzeybatıya yöneldi ve en sonunda kuzeydoğu yönünde poyraza dönüştü. O kadar korkunç bir fırtınaydı ki, on iki gün boyunca kendimizi şiddetli rüzgârın kollarına bırakmaktan, kaderimizi fırtınayı yönlendiren azgın rüzgârın sürüklemesine izin vermekten başka hiçbir şey yapamadık. Geçen on iki gün boyunca sürekli olarak denizin bizi yutup yok edeceğini düşünmekten başka hiçbir şey yapamadığımı söylemem sanırım gereksiz olacaktır, aslında o anda gemide hiç kimse hayatını bile kurtarabilmeyi beklemiyordu.
Fırtınanın dehşetinin yanı sıra, yaşamış olduğumuz korku ve düşmüş olduğumuz umutsuzluktan dolayı adamlarımızdan biri beyin hummasından ölmüş, başka bir adamımız ve kamarot da denize düşerek kaybolmuştu. On ikinci gün hava biraz olsun sakinleşmeye başlamıştı, kaptan elinden geldiğince bulunduğumuz konumu gözlemlemeye çalıştı ve on bir derece kuzey enlemi civarlarında bulunduğumuzu, ancak St. Augustino Burnu’nun yirmi iki boylam derecesi batısında olduğumuzu tespit etti. Böylece Guiana sahilleri ya da Brezilya’nın kuzey kısmında, Amazon Nehri’nin ötesinde genellikle büyük nehir olarak adlandırılan Orinoco Nehri’nin doğusunda olduğumuzu anladı. Fırtına yüzünden gemimiz fazlasıyla hırpalanmış ve bazı kısımlarından su almaya başlamıştı, kaptan bu konuda ne yapması gerektiğini bana danışıyordu, onun fikrine göre doğrudan Brezilya kıyılarına geri dönmek en mantıklı yol olacaktı.
Bense buna tamamen karşıydım, birlikte Amerika kıyılarını inceleyerek Karayip Adaları’nın çemberine girene