İlyada. Гомер
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İlyada - Гомер страница 4
Şöyle devam eder; bir tercümenin, tercümanın yaşadığı zamandaki mevcut konuşma biçimlerinden neredeyse hiç ayrılmaması gerekir, mademki hiçbir şey uzun süreliğine okunur değil, öyleyse yazıldığı zamandan çok başka zamanlardaki söyleyiş şekillerini etkiler. Elizabeth Dönemi'ne ait tercümelerin çekiciliğini hepimiz biliriz ancak bunlardan birine teşebbüs ederek başa çıkması gereken kişi, iyi Viktoryanizm de olmayan bütün Elizabeth’çilikten de kaçınması gereklidir.
Elizabeth Dönemi'nin çekiciliği, Elizabeth’çi olmalarında değildir; bunlar Zaman’ın, Elizabeth Dönemi'ne yaptığı gibi, kuşkusuz Viktoryan edebiyatımızda da büyüteceği yosunlar ve likenlerdir -bunun üzerine, en azından, derme çatma bir inşaat çıkılmamıştır. Shakespeare bize, eskimiş şeylerin üzerine zamanın mührünü vurmasının Zaman’ın şerefi olduğunu söyler. Şüphesiz ki; ancak kendisininkini de mühürleyecek elleri olmayacak; sahte bir harabe olarak çürüyecek lakin göklere çıkaramayacak; eğer ki herhangi bir çalışmayı kutsamaya kalksa eline almaya lütfettiği samimi olarak seküler olmalıdır -bununla gerçekten demek istediğim çağının ve ülkesinin tutumundan sonra Elizabethçiler, bunu bildiklerini bilmeleri için, büyük bir olasılıkla çok iyi biliyorlardı- ancak bilip bilmeseler de bir kopyayı Chaucerizm ile süsleyip tercüme ettiklerini düşünmediler. Kendi jenerasyonları dışındakiler için ölü bir yazarı yaşatma işini, korkusuzca ve gösterişle bozmadan yapmayı amaçladılar. Bunu yapmak için kendi kanlarını onun soğuk damarlarına akıttılar ve kendi canlılıkları ile ona hayat verdiler.
O zaman hayatı kendinin değil, onların mı olur? Kuşkusuz ki ancak onu yeteri kadar sevdilerse onun hayatı da onlara geçer ve onlara hâkim olur. Onlar, ona kendi hayatlarını verecekler ve o da bunu kendi paralarıyla ödetecektir. Ancak eğer ki tahıl öğüten öküzün ağzı bağlanmamışsa10 ve ölü yazar ile tercümanın arasında belli bir karşılıklı özveri olması gerekiyorsa tercüme ettiği çalışma kendininkinden oldukça farklı bir çağa ve coğrafyaya ait olduğu durumda, tercümana daha fazla özgürlük tanınması uygun olur. Şiirin selameti, bir jestinki gibidir -duyulan şey duyanın kulağına bağlıdır. Bir şeyi söylemek için iki insan gereklidir, bir söylenen ve bir söyleyen- ve benzer bir mantıkla şiirin orijinal hedef kitlesi ve ortamı, şiirin kendisine entegre olmuştur. Şiir ve dinleyicileri, benlik ve benlik dışına benzer şekilde birbirlerine karışırlar. Birbirleri arasındaki uyumun muhafaza edilmesi isteniyorsa her birinde değişim ya da biraz eş değişim -edebîden ziyade manevi olarak-gerekli olacaktır.
İyi ki hem “İlyada” hem “Odise”de, yeteri kadar açık görünmektedir ki üç bin yıl kadar bir aradan sonra bile beklenenin aksine dinleyiciler bizden çok farklı değildir ancak birbirlerinden farklıdırlar. Özellikle “İlyada”da, farklılıklar, -tercüman açısından bu farklılık olmasaydı- tolere edilebileceğinden çok daha fazla özgürlük gerektirir. Özgürlüğün başka bir çeşidi, şiir olarak yazılmış bir çalışmanın düzyazıya çevrildiği zamanki girişimde ortaya çıkar. Düzyazı şiirden farklıdır, şarkı söylemenin konuşmaktan ya da dans etmenin yürümekten farklı oluşu gibi… Birinde doğru olan çoğunlukla diğerinde yanlıştır. Örneğin düzyazı, lakap ve unvanların tekrarlanmasına izin vermez; “İlyada”da ise bazen sadece vezin ve bazen de fazlalıklar yüzünden bunlar bolca bulunur ancak hiçbir şekilde şiirin biçimini bozmaz. Aslında bu tekrarları bekleriz ve bunlardan zevk alırız. Juno’nun ak kollu, Minerva’nın gri gözlü ve Agamemnon’un erlerin kralı olduğunu duymaktan bıkmayız ancak Homeros, bu destanı düzyazı olarak yazsaydı bunları bize bu kadar sıklıkla söylemezdi. Bu yüzden, yaygın türdeki lakap ve unvanların sıkça tekrarına izin versem de çok da az olmayan bir sıklıkta onları hasıraltı ettiğimi söylemeliyim.
Ancak, okuyucu, “İlyada”nın metninden yaptığımdan daha fazla uzaklaştığımı düşünmesin diye, şimdiye kadar yapılmış en iyi düzyazı çevirinin yaklaşık ilk elli satırını size sunacağım -Messrs’ten (Burada sanırım Baylar demek istiyor.) söz ediyorum. Çalışmalarım sırasında oldukça minnettarlık duymuş olduğum Leaf, Lang ve Myers sıklıkla beni hata yapmaktan kurtardılar ve parçanın çevirisinde onlardan farklılık göstermek için çok nadir olarak bir sebep buldum. Sanıyorum ki onları referans almadan tek bir paragrafı bile tercüme etmedim; ancak buna rağmen, onların giriş paragrafı ile benimki arasında sunduğum bir karşılaştırma, Homeros’un nasıl tercüme edilmesi gerektiğiyle ilgili olarak onlardan ne tarzda bir farklılık gösterdiğimi gözler önüne serecektir.
Tercümeleri (buradaki Dr. Leaf’inki) şöyle başlar:
Söyle Tanrıça, Peleus’un oğlu Aşil’in öfkesini; sayısız acıyı Akhalara getiren tahrip edici öfkeyi… Nice ulu gönüllü kahramanı Hades’e attı ve gövdelerini köpeklere ve tüm kanatlı canlılara yem olarak verdi ve böylece Zeus’un niyeti başarıyla yerine geliyordu, erlerin kralı Atreides ile soylu Aşil’in araları bozulduğu ilk günden beri.
Tanrılar arasında kim bu ikiliği, kavga ve ayrılığı ayarlayan? Leto ve Zeus’un oğludur o; zira krala kızıp orduyu cezalandırmak için fena bir bela saldı, halk helak olmaya başladı; Atreides, Rahip Khryses’e saygısızlık etti diye zira kızının özgürlüğünü kurtarmak için Akhaların gemilerine gelmişti ve büyükçe bir kurtulmalık getirmişti. Keskin nişancı Apollon’un şeritlerinin sarılı olduğu altın bir asa tutarak tüm Akhalara yalvarmıştı, daha çok da ordulara emreden Atreus’un iki oğluna:
“Siz Atreus’un oğulları ve siz güzel dizlikli Akhalar, şimdi dilerim ki Olympos’taki saraylarında oturan tanrılar size Priamos şehrini yerle bir etmeyi nasip etsin ve evinize güle oynaya dönmeyi; siz sadece sevgili çocuğumu serbest bırakın ve Zeus’un oğlu keskin nişancı Apollon’un hürmetine bu kurtulmalığı kabul edin.”
Sonra bütün Akhalar onaylayarak bağrıştılar, rahibe hürmet ve dolgun kurtulmalığın kabulü için; fakat bu Atreus’un oğlu Agamemnon’un gönlünü hoşnut etmedi, onu kabaca geri yolladı ve ona karşı ağır konuştu: “Seni bir daha görmeyeyim yaşlı adam, bu koca gemilerin yanında, ne şimdi oyalandığını ne de bundan sonra döndüğünü, ne asanın ne de Tanrı’nın şeritlerinin sana hiçbir faydası olmaz. Hayır, kızını da serbest bırakmayacağım, önce benim evimde kocayacak, Argos’ta, kendi vatanından uzakta, tezgâhta dokuyacak ve yatağıma hizmet edecek. Haydi git, beni kışkırtma, huzur içinde geri dönsen daha iyi!”
Böyle söyledi; yaşlı adam korktu, söylediklerine uydu ve gürültüyle uğuldayan deniz kıyısı boyunca sessizce yürüdü. Sonra bu yaşlı adam uzaklara gitti ve güzel saçlı Leto’nun doğurduğu Kral Apollon’a haykırarak yalvardı, “Duy beni, gümüş yayın Tanrı’sı, Khryses ve kutsal Killa’yı koruyan, Tenedos’u kudretiyle yöneten, ya Smintheus! Eğer senin gözlerinde zarif bir tapınak yaptıysam ya da boğaların, keçilerin yağlı butlarını yaktıysam sen benim bu arzumu yerine getir, Danao’ların, gözyaşlarımın hesabını oklarınla ödemelerini sağla.”
Böyle yakardı dualarında ve Phoibos Apollon onu duydu, içi öfke ile dolu, Olympos’un tepelerinden indi, omuzlarında yayı ve kapalı ok kılıfını taşıyarak. Öfkesinden oklar omuzlarında tıngırdıyordu kıpırdadıkça, sonra gece gibi çöktü. Ardından onu gemilerden uzakta oturtarak bir ok fırlattı ve gümüş yaydan çıkan
10
İncil’de geçer ve “Çalışan kişi emeğinin karşılığını hak eder.” anlamına gelir. Timothy 5:18: “