1984. Джордж Оруэлл
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу 1984 - Джордж Оруэлл страница 12
“Sende tıraş bıçağı var mı diye soracaktım.” dedi.
“Hiç yok!” dedi Winston bir miktar suçluluk duygusu barındıran bir acelecilikle. “Her yeri arayıp taradım. Artık hiçbir yerde yok.”
İnsanlar sürekli tıraş bıçağı olup olmadığını soruyorlardı. Aslında elinde iki tane kullanılmamış sakladığı tıraş bıçağı vardı. Geçtiğimiz aylarda tıraş bıçağı kıtlığı yaşanmıştı. Parti dükkânlarının bazı temel ürünleri tedarik edememesi, hemen hemen her zaman yaşanan bir durumdu. Bazen düğme, bazen örgü ipliği bazen ayakkabı bağcığı… O sıralarda tıraş bıçağı bulmak imkânsızdı. Aranılan şeyleri “serbest pazarda” gizli gizli yapılan alışverişlerle belki bulabilirdiniz.
“Altı haftadır aynı usturayı kullanıyorum.” şeklinde doğru olmayan bir ifadeyi sözlerine ekledi.
Sıra bir kez daha bir adım ilerledi. Durdukları sırada, arkasını dönüp Syme’a baktı. Tezgâhın ucundaki yığında bulunan, metalden yapılma yağlı tepsilerden birer tane aldılar.
“Dünkü esir infazını görmeye gittin mi?” diye sordu Syme.
“Çalışıyordum.” dedi Winston kayıtsızca. “Sinemada görürüm herhâlde.”
“Gerçeği gibi olmaz ya…” dedi Syme.
Alaycı gözleri, Winston’ın yüzünde gezindi. Gözleri, “Seni tanıyorum!” der gibiydi. “Senin ciğerini bilirim ben. Esir infazını izlemeye neden gitmediğini çok iyi biliyorum.” Syme’ın zehirli bir gelenekçiliği vardı. Düşman köylerine yapılan helikopter saldırılarını, düşünce suçlularının mahkemedeki itiraflarını ya da Sevgi Bakanlığı’nın mahzenlerindeki infazlardan rahatsız edici kötücül bir memnuniyetle bahsederdi. Onunla konuşmak demek, bu tür konulardan kaçınmak ve onu meşgul etmek için mümkünse yetkin olduğu ve hakkında ilginç bilgilere sahip olduğu Yenikonuş’un teknik detaylarından bahsetmeye yönlendirmek demekti. İri ve kara gözlerinin hesap sorarcasına incelemesinden kaçınmak için Winston kafasını hafifçe yana döndü.
“Ne infazdı ama!” dedi Syme yâd edercesine. “Bence ayaklarını bağlamaları, keyfini biraz kaçırıyor. Ben asılırken havaya tekmeler savurmalarını görmeyi seviyorum. Hepsinden de önemlisi, en sonunda dillerinin dışarı çıkması. Mavi, parlak mavi oluyor dilleri. Beni en çok cezbeden detay bu.”
“Sıradaki lütfen!” diye bağırdı elinde kepçe tutan beyaz önlüklü proleter.
Winston ve Syme, tepsilerini ocağın altına ittiler. İkisi de standart öğle yemeği aldı. Metal bir maşrapada servis edilen pembe gri yahni, iri bir dilim ekmek, bir dilim peynir ve bir bardak sütsüz Zafer Kahvesi ile bir tablet tatlandırıcı.
“Tele-ekranın altında boş bir masa var.” dedi Syme. “Hadi giderken birer tane cin alalım.”
Cin, kulpsuz porselen bardaklarda verildi. Kalabalık arasında, ite kaka ilerlediler ve masanın metal yüzeyine tepsilerini bıraktılar. Masanın bir köşesine bırakılmış yahni kalıntılarının iğrenç sıvısı, kusmuğu andırıyordu. Winston cin bardağını aldı, kendini toplamak için bir an durdu. Sonra yağ tadı veren sıvıyı mideye indirdi. Gözlerinde biriken yaşları göz kırparak tahliye ettiği sırada birden, çok aç olduğunu fark etti. Yahniyi kaşık kaşık yemeye başladı. Yahnideki cıvık ve pembe küp küp şeyleri mideye indirdi. İkisi de metal maşrapadaki yahnilerini bitirinceye dek, tek kelime etmediler.
Winston’ın sol tarafında, biraz arkasındaki masada oturan bir kişi, dur durak bilmeden konuşuyordu. Bir ördeğin vaklamasını andıran bu ses, salondaki hengâmeyi delip geçiyordu.
“Sözlük nasıl gidiyor?” diye sordu Winston. Gürültüyü bastırmak için sesini yükseltmişti.
“Ağır gidiyor.” dedi Syme. “Sıfatlardayım. Muazzam.”
Yenikonuş’tan konu açılması, aniden neşelendirmişti Syme’ı. Metal kabı köşeye itti. Narin ellerinden birine ekmeği, diğerine peyniri aldı. Bağırmadan konuşmayı başarmak için masaya doğru eğildi.
“On birinci baskı, nihai baskı.” dedi. “Dili en son hâline getiriyoruz. Kimse başka bir dil konuşmadığında alacağı hâl yani. Tamamladığımızda senin gibi insanlar, baştan sona yeniden öğrenmek zorunda kalacaklar. Asıl işimizin yeni kelimeler icat etmek olduğunu düşünüyorsundur muhtemelen. Hiç alakası yok! Biz her gün; kelimelerin onlarcasını, yüzlercesini yok ediyoruz. Dili kemiğine kadar kesiyoruz. On birinci baskı, 2050 yılından önce geçerliliğini yitiren hiçbir kelimeyi içermeyecek.”
Ekmeğini iştahla ısırıp birkaç yudum içki içtikten sonra ukalaca bir tutkuyla konuşmaya devam etti. Zayıf ve esmer yüzü canlanmış, gözlerindeki alaycı ifade kaybolarak yerini neredeyse hülyalı denilebilecek bakışlara bırakmıştı.
“Kelimeleri yıkmak güzel şey. Tabii en büyük israf, fiillerde ve sıfatlarda. Ama başımızdan atmamız gereken yüzlerce isim de var. Sadece eş anlamlılar değil, bir de zıt anlamlılar var. Bir kelimenin tam olarak zıddı olan, başka bir kelimenin izahı nedir? Bir kelime kendisinin de zıddını zaten içeriyor. Örneğin ‘iyi’ kelimesini ele alalım. Eğer ‘iyi’ şeklinde bir kelime varsa ‘kötü’ kelimesine ne gerek var? ‘İyisiz’ de aynı şekilde iş görür. Çünkü ‘iyi’ kelimesinin tam karşıtı fakat ‘kötü’ için bu durum söz konusu değil. Ya da diyelim ki ‘iyi’ kelimesinin daha kuvvetli bir hâlini istiyoruz… ‘Mükemmel’ ve ‘muhteşem’ gibi çok sayıda belirsiz ve faydasız kelimeye sahip olmanın mantığı nedir? ‘Artıiyi’ bu anlamı karşılıyor ya da daha kuvvetli bir şey istiyorsak ‘çifteartıiyi’ diyebiliriz. Tabii bu hâllerini çoktan kullanıyoruz. Ancak Yenikonuş’un en son hâlinde, başka bir şey olmayacak. İyilik ve kötülük kavramlarının hepsini, sadece altı kelimede karşılayacağız. İşin aslı, tek kelime olacak. Buradaki güzelliği görebiliyor musun Winston? Tabii bu aslında B. B.’nin fikri.” diye ekledi en sonunda.
Büyük Birader’in adının zikredilmesiyle Winston’ın yüzünden coşkulu bir ifade hızlıca belirdikten sonra kayboldu. Ancak Syme, yine de şevk eksikliği fark etti.
“Yenikonuş’u yeterince takdir etmiyorsun Winston.” dedi neredeyse üzülerek. “Yenikonuş’ta yazarken bile hâlâ Eskikonuş’ta düşünüyorsun. Times’a yazdığın o yazıları arada okuyorum. Yeterince iyi yazıların. Ama yine de çeviri oldukları çok belli. Tüm belirsizliğine ve faydasız nüanslarına rağmen içten içe Eskikonuş’a bağlı kalmayı tercih ediyorsun. Kelimeleri yok etmedeki güzelliği kavrayamıyorsun. Dünyada kelime hazinesi her yıl daralan tek dilin, Yenikonuş olduğunu biliyor muydun?”
Winston bunu elbette biliyordu. Sadece gülümsemekle yetindi ve gülümsemesinin içten olmasını ümit etti. Ne de olsa konuşmaya cesaret edememişti. Syme, koyu renkli ekmekten bir dilim daha ısırdı, hemencecik çiğnedikten sonra sözlerine devam etti.