1984. Джордж Оруэлл
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу 1984 - Джордж Оруэлл страница 13
“Ama…” diyerek şüpheyle konuşmaya başlayan Winston, sözlerine devam etmedi.
“Proletarya hariç.” kelimeleri dilinin ucuna kadar gelse de kendini toparladı. Bu yorumun, bir şekilde geleneğe aykırı gelip gelmeyeceğinden emin değildi. Ancak söylemek istediğini Syme sezinlemişti.
“Proletarya, insan değil.” dedi umursamazca. “2050 yılına gelindiğinde hatta daha erken de olabilir, Eskikonuş’a dair bilinen her şey, yok olmuş olacak. Geçmişe ait tüm edebiyat, imha edilecek. Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron… Sadece Yenikonuş’taki versiyonlarıyla var olacaklar. Sadece farklı bir şeye dönüştürülmeyecek, eskiden olduklarının zıddına dönüştürülecekler. Parti edebiyatı bile değişecek. Sloganlar bile değişecek. ‘Özgürlük köleliktir’ sloganı, özgürlük kavramı yok edildiğinde nasıl mümkün olabilir? Tüm düşünce iklimi farklı olacak. Aslına bakarsan şimdiki anlamıyla düşünce, var olmayacak. Gelenekselliğin anlamı düşünmemek, düşünmeye ihtiyaç duymamak. Geleneksellik bilinçsizliktir.”
Winston’ın zihninde, Syme’ın bir gün buharlaştırılacağına dair, keskin bir kanaat belirdi aniden. Çok akıllıydı. Her şeyi çok net görebiliyordu ve çok net ifade edebiliyordu. Parti böyle insanlardan hoşlanmazdı. Bir gün ortadan kaybolacaktı. Âdeta alnında yazıyordu bu.
Winston ekmeğini ve peynirini bitirdi. Kahvesini içmek için sandalyesinde biraz yana döndü. Sol tarafındaki masada oturan tiz sesli adam, hâlâ dur durak bilmeden konuşmaya devam ediyordu. Muhtemelen adamın sekreteri olan ve sırtı Winston’a dönük oturan genç kadın, adamı dinliyor ve söylediği her şeye hevesle katılıyor gibi görünüyordu. Winston, kadının genç ancak oldukça şapşal kadınsı sesiyle “Çok haklısınız. Size o kadar çok katılıyorum ki…” dediğini yakalıyordu arada bir. Ancak diğer ses, konuşmasına bir saniye dahi ara vermiyordu. Kız konuşmayı bıraktığında dahi. Winston adamı simaen tanıyordu. Adama dair tek bildiği, Kurgu Departmanı’nda önemli bir göreve sahip olduğuydu. Otuz yaşlarında, boynu kaslı bir adamdı. Geniş ağzı pek hareketliydi. Oturma açısından dolayı kafasını hafifçe geriye atmıştı. Işık gözlüğüne çarptığı için Winston, bir çift göz yerine iki boş disk görüyordu. Adamın sular seller misali ağzından dökülen sözcüklerden tek bir tanesini ayırt etmenin neredeyse imkânsız oluşu, bir miktar korkutucuydu. Winston, sadece bir kez, “Goldsteinizm’in tamamen ve nihai yıkımı”
şeklindeki bir ifadeyi yakalayabilmişti. Bu kelimeler ağzından hızlıca ve tek bir kalıp hâlinde bir anda püskürüvermişti. Geri kalanı ise sadece gürültüden, vakvaklamalardan ibaretti. Yine de adamın söyledikleri tam olarak duyulmasa bile genel içeriği konusunda şüpheye düşmek, pek mümkün değildi. Muhtemelen Goldstein’ı kınıyor, düşünce suçluları ve sabotajcılara karşı daha sıkı tedbirler alınması gerektiğini söylüyordu. Avrasya ordusunun gaddarlığına karşı ateş püskürüyor, Büyük Birader’i öve öve bitiremiyor ya da Malabar Cephesi’ndeki yiğitlerin kahramanlıklarıyla iftihar ediyor olabilirdi, hiç önemi yoktu söylediklerinin. Ağzından çıkan her kelimenin, katıksız geleneksellik ve İngsos barındırdığı kesindi. Winston, gözsüz yüzdeki çenenin ani hareketlerini seyre dalmışken bu kişinin gerçek bir insan değil, bir çeşit kukla olduğu fikrine kapıldı. Konuşma adamın beyninden değil, gırtlağından geliyordu. Ağzından dökülenler, her ne kadar kelimelerden oluşsa da gerçek anlamda bir konuşma söz konusu değildi. Bilinçsizce çıkarılan seslerdi. Tıpkı bir ördeğin vakvaklaması gibi…
Syme bir an için sessizliğe gömülmüştü. Kaşığının sapını, masanın kenarına dökülmüş yahninin üzerinde gezdiriyordu. Diğer masadaki ses, hızlı hızlı vakvaklamaya devam etti. Etrafı çevreleyen velveleye rağmen kolayca duyulabiliyordu.
“Yenikonuş’ta bir kelime var, bilmiyorum duydun mu?” dedi Syme. “ÖRDEKKONUŞ, anlamı ördek gibi vaklamak. İki zıt anlamı birden barındıran, o ilginç kelimelerden biri. Karşıt bir kimse için kullanıldığında, taciz anlamına geliyor. Hemfikir olunan biri için kullanıldığında övgü anlamı taşıyor.”
Winston, Syme’ın buharlaştırılacağına bir kez daha ikna oldu. Her ne kadar Syme’ın kendisini küçümsediğinden, az biraz hoşlanmadığından ve lüzum görmesi hâlinde kendisini düşünce suçlusu olarak ihbar edebileceğinden emin olsa da bu düşünce üzülür gibi olmasına sebep oldu. Syme’da yanlış olan bir ayrıntı vardı. Bir eksiği vardı: Ketumluk, mesafe, kurtarıcısı olabilecek bir çeşit aptallık… Gelenekçi olmadığı söylenemezdi. İngsos’un ilkelerine inanıyor, Büyük Birader’e tapıyor, zaferler karşısında coşku duyuyor, yoldan çıkmışlardan nefret ediyordu. Üstelik bu duyguları sadece içtenlikle yaşamıyor, amansız bir tutkuyla hissediyor, olan bitenleri günü gününe takip ediyordu ki bu durum, Parti’nin sıradan bir üyesinin kenarından bile geçemeyeceği bir düzeydi. Yine de onda belli belirsiz bir itibarsızlık havası vardı hep. Söylenmemesi daha iyi olacak şeyleri söylüyor, çok kitap okuyordu. Ressamların ve müzisyenlerin musallat olduğu, Kestane Ağacı Kafe’ye uğruyordu sık sık. Kestane Ağacı Kafe aleyhine herhangi bir kanun, yazısız bir kanun dahi yoktu. Ancak bir sebepten bu kafe uğursuzdu. Parti’nin eski ve itibarını kaybetmiş liderleri, en nihayetinde temizlenmeden önce sık sık orada toplanırlardı. Goldstein’ın dahi yıllar önce zaman zaman orada görüldüğü rivayet edilirdi. Syme’ın kaderinin ne olacağını öngörmek çok zor değildi. Yine de Syme, kendine ait o kavrayışıyla Winston’ın gizli fikirlerini sadece üç saniyeliğine dahi fark edecek olursa onu derhâl Düşünce Polisi’ne ihbar edecek olması, çok iyi bildiği bir şeydi. Diğer kişiler de muhtemelen aynısını yapardı. Ancak Syme bunu herkesten daha çok yapardı. Tutku bile yeterli değildi. Geleneksellik bilinçsizlikti.
Syme kafasını kaldırdı: “Parsons da geliyor.” dedi.
Ses tonundaki bir detay, “Lanet olası aptal.” şeklinde bir ekleme yapar gibiydi. Winston’ın Zafer Köşklerindeki yan komşusu Parsons, onlara doğru yaklaşıyordu. Toplu, orta boylu ve sarı saçlıydı. Kurbağayı andıran bir suratı vardı. Henüz otuz beş yaşında olduğu hâlde, boynu ve göbeği çoktan yağ bağlamıştı. Ancak hareketleri çevik ve çocuksuydu. İri bir çocuk görüntüsüne sahipti âdeta. Her ne kadar iş tulumu giyiyor olsa da onu, Casuslar örgütünün kıyafeti olan mavi şort, gri gömlek ve kırmızı boyunluk ile düşünmemek imkânsız gibiydi. Onu gözünde canlandıran bir kimse, toparlak dizler ve tombul kollarından dirseklerine kadar çevrilmiş gömlek kolu imgesini de beraberinde görürdü. Parsons’ın toplu doğa gezisi ya da fiziksel aktiviteleri bahane edip de şortuna geri döndüğü de bilinen bir şeydi. Winston ve Syme’ı neşeli bir şekilde selamladıktan sonra masadaki yerini aldı. Kesif bir ter kokusu yaymaya başladı. Boncuk boncuk terlerle doluydu pembe yüzü. Kan ter içinde kalmıştı. Halk Merkezi’nde masa tenisi oynayıp oynamadığını, raketin ıslaklığından kolayca anlamak mümkündü. Syme, kelimelerle dolu kâğıt parçasını cebinden çıkardı ve parmaklarına yerleştirdiği mürekkepli kalemle çalışmaya başladı.
“Şuna bak hele yemek saatinde bile çalışıyor.” dedi Parsons, Winston’ı dürterek. “Bakıyorum da pek bir gayretliyiz. Ne yapıyorsun öyle evladım? Fazla zekâ gerektiren bir şeydir herhâlde. Beni aşar. Smith, evladım seni neden aradığımı biliyor musun? Bana vermeyi unuttuğun aylık vardı ya…”
“Hangi