1984. Джордж Оруэлл

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу 1984 - Джордж Оруэлл страница 17

Жанр:
Серия:
Издательство:
1984 - Джордж Оруэлл

Скачать книгу

üç yüz kadar kadının bir sokak pazarının tezgâhları arasında gezindiğini gördü. Batan bir geminin talihsiz yolcularında olabilecek türden bir çaresizlik vardı yüzlerinde. Ancak o sırada, bu çaresizlik hâlinin yerini kavgalar almıştı. Meğer tezgâhlardan birinde teneke tavalar satılıyormuş. Adi, ince malzemeden yapılmışlardı. Ancak her türlü yemek pişirme tenceresine ulaşmak çok zordu. O sırada da beklenmeyen bir arz gerçekleşmişti belli ki. Diğerleri tarafından itilip kakılan başarılı kadınlar, aldıkları tavalarla oradan ayrılmaya çalışırken diğerleri tezgâhın etrafında feryat figan bağırıyorlardı. Tezgâhtarı, adam kayırmakla ve bir yerlerde tava depolamakla suçluyorlardı. Yeniden çığlıklar kopmaya başladı. İki şişman kadın, bir tavayı çekiştiriyor ve birbirlerinin elinden kapmaya çalışıyorlardı. İkisi de aynı anda kuvvetle çekince tavanın tutacağı kırıldı. Winston, o kadınları tiksinerek seyretti. Yine de birkaç saniyeliğine de olsa yüzlerce gırtlaktan yükselen haykırışın muazzam bir korkutuculuğu vardı. Önemli bir şey için neden böyle haykırmazlardı ki sanki?

      Şunları yazdı:

      Bilinçleninceye dek asla isyan etmeyecekler, ancak isyan etmedikleri sürecede bilinçlenemeyecekler.

      Bu, Parti’nin ders kitaplarından fırlamış bir cümle gibi gelmişti ona. Parti, tabii ki proletaryayı esaretten kurtarmıştı. Devrim’den önce kapitalistlerin zulmü altında inim inim inliyorlardı. Aç bırakılmış, dayak yemişlerdi. Kadınlar kömür madenlerinde çalışmaya zorlanmışlardı. (Kadınlar hâlâ kömür madenlerinde çalışıyorlardı hâlbuki.) Çocuklar, altı yaşında fabrikalara satılıyorlardı. Ancak Parti, çiftdüşün yaklaşımının sonucu olarak proletaryanın tıpkı hayvanlar gibi birkaç basit kuralı hayata geçirmek suretiyle zapturapt altına alınması gereken alt bir grup olduğu iddiasındaydı. İşin aslı, proleterler hakkında bilinen çok az şey vardı. Çok bir şey bilmeye de gerek yoktu. Çok çalışmaya ve üremeye devam ettikleri müddetçe, ne yaptıklarının bir önemi yoktu. Arjantin düzlüklerindeki sürü hayvanları misali kendi hâllerine bırakılmışlardı. Onlara doğal gelen, âdeta atalarından miras aldıkları ilkel bir yaşam biçimine dönmüşlerdi. Dünyaya gelir, sefalet içinde, kenar mahallelerde büyür, on iki yaşında çalışmaya başlar, kısa süren bir güzellik ve arzulanabilirliğin ardından yirmi yaşında evlenir, otuz yaşında orta yaşlı olur ve çoğu altmış yaşında ölürdü. Ağır işçilik, ev ve çocuk bakımı, komşularla ufak tefek kavgalar, filmler, futbol, bira ve en önemlisi kumarla doluydu zihinlerinin ufku. Onları kontrol altında tutmak, hiç de zor değildi. Aralarında dolaşan birkaç Düşünce Polisi casusu, sahte dedikodular yayar ve tehlikeli olduğuna kanaat getirilen kişileri tespit edip ortadan kaldırırlardı. Ancak onlara Parti ideolojisini benimsetmek için hiçbir çaba harcanmıyordu. Proletaryanın kuvvetli politik hislere sahip olması, istenen bir şey değildi. Onlardan tek beklenen, çalışma saatleri uzatıldığında ya da payları azaltıldığında sorun çıkarmadan kabul etmelerini sağlayacak ilkel vatanperverlikti. Bir şeylerden rahatsız olsalar bile bazı genel fikirlere sahip olmadıklarından bu rahatsızlık, hiçbir sonuca varmıyordu. Bu sebepten ufak tefek hoşnutsuzluklardan fazlası olmuyordu. Daha büyük kötülükler dikkatlerinden kaçıyordu hep. Proletaryanın çoğunun evinde tele-ekran bile yoktu. Sivil polisler bile onlara pek karışmıyordu. Londra’ya büyük bir suç dalgası hâkimdi. Hırsızlar, yankesiciler, fahişeler, uyuşturucu satıcıları ve her türden dolandırıcılardan oluşan kendi içinde apayrı bir dünya vardı. Ancak tüm bunlar, proletaryanın kendi içinde olduğundan pek bir önemi yoktu. Tüm ahlaki meselelerde atalarından miras kalan yasalara göre hareket etmelerine müsaade ediliyordu. Parti’nin cinsel saflık anlayışı, onlara dayatılmıyordu. Önüne gelenle düşüp kalkmanın cezası yoktu. Boşanmalara izin veriliyordu. Öyle ki dinî inanca bile ihtiyaç duymaları ya da istemeleri hâlinde müsaade ediliyordu. Onlardan şüphe duymaya gerek bile yoktu. Parti sloganının da dediği gibi “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.”

      Winston, eğildi ve varis ülserini dikkatlice kaşımaya başladı. Yeniden kaşınmaya başlamıştı. Dönüp dolaşıp gelinen nokta, Devrim’den önce hayatın nasıl olduğu konusunda fikir sahibi olmanın imkânsızlığıydı. Bayan Parsons’dan ödünç aldığı, çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını çekmeceden çıkardı ve şu paragrafı günlüğüne geçirdi:

      Eski günlerde -yazıyordu- şanlı Devrim’den önce Londra, bugün gördüğümüz güzel şehir değildi. Karanlık, kirli, sefil bir yerdi. Kimsenin doğru düzgün yiyeceği yoktu. Sayıları yüz binleri bulan yoksulların ayaklarında ayakkabıları yoktu. Altında uyuyabilecekleri bir çatıları bile yoktu. Sizin yaşlarınızda çocuklar, günde on iki saat, zalim efendileri için çalışmak zorundalardı. Bu adamlar, çocuklar yavaş çalışırsa onları döverlerdi. Yiyecek olarak sadece ekmek kırıntıları ve su verilirdi onlara. Ancak bu korkunç fakirliğin içinde, zengin adamların yaşadığı birkaç güzel ev vardı. Bu adamların kendilerine ait otuz hizmetkârı vardı. Bu adamlara kapitalist denilirdi. Şişman, çirkin, fesat yüzlü adamlardı. Diğer sayfada göreceğiniz gibi. Gördüğünüz üzere upuzun siyah bir ceket giymiş. Buna redingot adı verilir. Şömine borusu şeklinde tuhaf ve parlak bir şapkası var. Buna silindir şapka denir. İşte bu kapitalistlerin üniformasıydı ve onların dışında kimsenin bu şekilde giyinmesine müsaade edilmiyordu. Kapitalistler, dünyadaki her şeyin sahibiydi ve herkes onların kölesiydi. Tüm araziler, evler, fabrikalar ve para onlara aitti. Eğer biri onlara itaatsizlik edecek olursa hapse atılırdı ya da işi elinden alınır ve açlığa terk edilirdi. Sıradan bir insan bir kapitalistle konuştuğunda ezilip büzülür, karşısında eğilir, şapkasını çıkarır ve ona, “Efendim!” diye hitap ederdi. Baş Kapitalist’in adı Kral’dı ve…

      Ancak yazının geri kalanını biliyordu. Geniş kollu kıyafetler giyen piskoposlar, kürk kaftanlar içindeki yargıçlar, boyunduruğa bağlı suçlular, ayakları bağlanan mahkûmlar, dokuz kuyruklu kırbaçlar, Belediye Başkanı’nın verdiği ziyafet yemeği, Papa’nın ayağını öpmeler… Bir de JUS PRIMAE NOCTIS4 isminde bir şey vardı ki bu muhtemelen çocuk kitabında yer almazdı. Buna göre kanun gereği her bir kapitalistin, fabrikalarında çalışan istediği kadınla birlikte olabilme hakkı vardı.

      Peki bunların ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu bilmenin bir yolu var mıydı? Ortalama bir insanın, Devrim öncesine kıyasla artık daha iyi durumda olduğu iddiası doğru olabilirdi. Bunun aksine işaret eden tek delilse kendi varlığınızdaki sessiz isyandı. Yaşadığınız koşulların dayanılmaz olduğunu ve bir şeylerin başka bir zamanda farklı olduğunu hissettiren o içgüdüydü. Winston, modern yaşamın ayırt edici özelliğinin zalim ve güvensiz olması olmadığını birden fark ediverdi. Modern yaşamın en belirgin özelliği; yavanlık, renksizlik ve kayıtsızlıktı. Etrafına bakan bir kişi, yaşamın tele-ekrandan dalga dalga yayılan yalanlara benzemediğini kolayca görebilirdi. Dahası yaşam, Parti’nin ulaşmaya çalıştığı hedeflerle de alakalı değildi. Yaşamın büyük bir kısmı, bir Parti üyesi için bile tarafsız ve siyasetsiz bir alandan oluşuyordu. Yaşam, felaket işlerde çalışıp didinmek, metroda yer kapmak, yıpranmış bir çorabı onarmak, bir tanecik sakarin tableti dilenmek, bir sigara izmaritini değerlendirmek demekti. Parti’nin belirlediği ideal ise devasa, ürkütücü ve şaşaalıydı. Beton ve çelikten, dev gibi makinelerden ve korkunç silahlardan oluşan bir dünyaydı bu. Savaşçılardan ve tutuculardan oluşan bir millet, mükemmel bir birlik içinde yürüyordu ileriye doğru. Herkes aynı düşünceleri düşünüyor, aynı sloganları haykırıyor, sürekli çalışıyordu. Savaşlar, zaferler ve kıyımlar ara vermeden devam ediyordu. Hepsi aynı yüze sahip üç yüz milyon insan… Gerçek ise

Скачать книгу


<p>4</p>

Latince, ilk gece hakkı. (ç.n.)