Oliver Twist`in Maceraları. Чарльз Диккенс
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Oliver Twist`in Maceraları - Чарльз Диккенс страница 9
BÖLÜM 5
OLİVER YENİ ŞERİKLERLE TANIŞIYOR. İLK DEFA OLARAK CENAZE MERASİMİNE GİDİYOR, EFENDİSİNİN İŞİ HAKKINDA PEK LEHTE OLMAYAN BİR BİLGİ EDİNİYOR
Oliver, cenazecinin dükkânında yalnız başına kalınca kandili bir tezgâhın üstüne koyup kendinden büyük birçok kimselerin pek iyi anlayacağı dehşet ve korku içinde ürkek ürkek bakındı. Dükkânın ortasında duran siyah ayaklar üstündeki bitmemiş bir tabut, öyle meşum ve ölümü andırır görünüyordu ki, gözleri kasvetli nesne tarafına seyrettiğinde soğuk bir ürperti duydu; korkunç bir şeklin, ağır ağır içinden başını kaldıracağını ve kendini korkudan deli edeceğini bekliyordu. Duvara dayalı, sıra sıra düzgün olarak aynı biçimde kesilmiş, uzun uzun karaağaç keresteleri vardı; kör ışıkta, elleri pantolonunun cebinde, yüksek omuzlu hayaletleri andırıyorlardı. Tabut üstüne konan levhalar, tahta parçaları, parlak başlı çiviler, siyah kumaş parçaları yerde sürünüyordu; arkadaki duvarda, kocaman bir kapı önünde, nöbet bekleyen, dik yakalı, cenaze başında ağlamak için parayla tutulan, iki kişi vardı; uzakta, dört tane siyah, güçlü kuvvetli at, bir cenaze arabası çekiyordu; canlı bir resimdi. Dükkân kapalı ve sıcaktı. İçerisi tabut kokusuyla doluydu, ot yatağın tıkılmış olduğu peykenin altındaki kuytu yer, mezara benziyordu.
Sadece bu kasvetli duygular değildi Oliver’ı altüst eden. Garip bir yerde yapayalnızdı; en cesurumuzun bile böyle durumlarda nasıl bazen ürperdiğini ve kendini yapayalnız hissettiğini hepimiz biliriz. Ne sevdiği bir dostu vardı çocuğun ne de onu seven biri. Ne esef edeceği birinden ayrı düşmüştü ne de unutamayacağı bir yüz vardı kalbini burkan. Ama yine de buruktu kalbi; dar yatağına sürünerek girdiğinde yatak keşke tabut olsaydı diye düşünüyordu, başı üstünde hafif hafif dalgalanan otlar, uykusunda ninni söyleyen, eski, uzun uzun çalan çan sesi, kilise avlusunda sakin ve ebedî uykusuna yatmış olsaydı.
Oliver, sabahleyin dükkân kapısının tekmelenmesiyle uyandı. Bu tekmeler, elbisesini giyinceye kadar, öfke ve şiddetle yirmi beş kere tekrarlandı. Zinciri açarken tekme kesildi, bir ses duyuldu:
“Kapıyı açsana ulan!” diye bağırdı, kapıyı tekmeleyen bacağa ait ses.
“Şimdi açıyorum efendim.” diye cevap verdi Oliver, zinciri açıp anahtarı çevirerek.
“Yeni çocuk sensin herhâlde, öyle mi?” dedi ses anahtar deliğinden.
“Evet efendim.” diye cevap verdi Oliver.
“Kaç yaşındasın sen bakayım?” diye sordu ses.
“On efendim.” dedi Oliver.
“O hâlde girince dayak atayım sana.” dedi ses. “Görürsün sen, yoksullarevi kardeşim benim, görürsün!” Bu mültefit vaatte bulunduktan sonra, aynı ses ıslık çalmaya başladı.
Bu sözlerin manasını öyle iyi biliyordu ki Oliver, bu ameliyeye pek sık maruz kaldığından, sesin sahibi her kim olursa olsun, sözünü bütün namusuyla yerine getireceğinden zerre kadar şüphesi yoktu. Titrek ellerle sürgüyü çekip kapıyı açtı.
Bir iki saniye sokağın yukarısına doğru baktı, sonra aşağısına doğru baktı, derken yolun üstüne baktı. Anahtar deliğinden kendisine hitap eden meçhul kimsenin ısınmak için birkaç adım uzaklaşmış olacağı zehabına kapıldı; bir kilometre taşı üstüne oturmuş, elinde bir dilim tereyağı sürülmüş ekmek, iştahlı iştahlı yiyen, meccani mektep talebesi bir oğlandan başka kimse yoktu. Ekmek dilimini çakıyla ağzı büyüklüğünde lokmalara ayırıyor, büyük bir hünerle yutuyordu.
“Affedersiniz.” dedi Oliver sonunda, başka bir ziyaretçi zuhur etmediği için. “Siz miydiniz vuran?”
“Bendim tekmeleyen.” diye cevap verdi meccani mektep talebesi.
“Tabut mu istiyordunuz?” diye sordu Oliver saf saf.
Bu sözler üzerine meccani mektep talebesi dehşet ve vahşet içinde baktı, Oliver’ın, mafevkleriyle böyle şakalar yaptığı takdirde, kendisinin tabuta ihtiyacı olacağını söyledi.
“Benim kim olduğumu biliyor musun yoksullarevi çocuğu?” dedi meccani mektep talebesi sözüne devam ederek, tehditkâr bir tavırla taşın üstünden inip.
“Hayır efendim.” dedi Oliver.
“Ben, Mr. Noah Claypole’um…” dedi meccani mektep talebesi. “Ve sen benim emrim altındasın. Kaldır şu kepenkleri bakalım miskin seni!” Bu sözlerle birlikte, Oliver’a bir tekme yapıştırıp büyük bir vakarla dükkâna girdi. Koca kafalı, kuş gözlü, kütük gibi hantal görünüşlü bir delikanlı için durum ne olursa olsun, vakarlı görünmek kolay değildir; ama bütün bunlara bir kırmızı burun ve çil gibi cazibesini arttıran özellikler ilave ederseniz bu daha da zor olur.
Oliver kepenkleri kaldırdı, evin yanındaki küçük bir bahçeye, gündüzün durduğu yere birinci kepengi götürürken ağırlığı altında sendeleyerek bir de cam kırdı; bu ameliyeye Noah da yardım etmek lütfunu esirgemeyip “Güzel bir papara yersin!” der gibi tesellide bulunarak, yardım etmeye tenezzül etti. Mr. Sowerberry çok geçmeden geldi. Hemen ardından da Mrs. Sowerberry. Oliver, Noah’nın müjdelediği paparayı yedikten sonra, kahvaltı etmek üzere delikanlı beyin ardından aşağı indi.
“Noah, yaklaş şöyle ocağa.” dedi Charlotte. “Efendinin kahvaltısından âlâ bir domuz salamı parçası sakladım. Oliver, Mr. Noah’nın ardından kapıyı kapayıver de ekmek tenekesi üstüne koyduğum et parçalarını al. İşte senin çayın; al götür onu şu sandığa, orada iç, çabuk ol ama, dükkâna bakacaksın, anlıyor musun?”
“Anladın mı yoksullarevi çocuğu?” dedi Noah Claypole.
“İlahi Noah!” dedi Charlotte. “Ne tuhaf mahluksun kuzum sen! Çocuğu rahat bıraksana.”
“Rahat mı bırakayım?” dedi Noah. “Herkes yeterince rahat bırakıyor zaten. Ne babası var karışacak ne anası, bütün akrabaları bırakmış onu kendi hâline. Öyle değil mi Charlotte? Hi, hi, hi.”
“Amma da antikasın be!” dedi Charlotte, Noah’nın da katıldığı bir kahkaha tufanı içinde boğuldu; derken ikisi de odanın en soğuk köşesindeki sandığın üstüne oturmuş, titreyen ve kendi için özel olarak ayrılmış olan yemek artıklarını yiyen Oliver Twist’e alaylı alaylı baktılar.
Noah, bir yoksullarevi yetimi değildi, o bir meccani mektep talebesiydi. Âdem ile Havva değildi anası babası, soyu sopu belliydi, yakında bir yerde oturuyorlardı; annesi bir çamaşırcıydı, babasıysa ayyaş, askerin biri, tahta bacağı yüzünden askerden çıkarılmıştı, gündelik de bir iki kuruş maaş bağlamışlardı. Komşu dükkânlarda çalışan çocuklar, uzun zaman kendisiyle “sadaka çocuğu” diye