Mai ve Siyah. Халит Зия Ушаклыгиль
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль страница 7
Bu kez büyük bir mektep, üstelik Ahmet Cemil’in resmî giysisi bile var. Küçük bir asker önemini almıştır. Öyle ya artık askerî rüştiyesinde. Önce ne kadar utanmıştı! O büyük okulun içinde ilk günleri korkarak yürür, kendi sınıfından başka bir yere giremezdi. Sınıflarında seksenden fazla çocuk vardı ama Ahmet Cemil bu seksen kişiyi iki yüz kişi gibi görürdü ve babasına da o yolda bilgi verirdi de bir türlü inandıramazdı.
Burada her şey başka türlüydü. Öteki okulda sıralar hâlinde birbirini izleyen saatte bir hocanın önündeki kürsüye gidip oturulduğu hâlde, burada her iki saatte bir başka hoca geliyordu.
Bu ilk yılda ne öğrendi? Onu kesinlikle bilmiyor. Yalnız matematikten pek sıkılırdı; hocası da ona musallat olmuştu, her zaman tahtaya onu kaldırırdı. Zavallı kaç kezler o iki yüz kadar önemli görünen seksen arkadaşının karşısında kara tahtanın başında perişan, utanılır, mahvolmuş hâle düşmüş, kendisini kaybetmiş, yavaş yavaş ağlamıştı…
Bununla birlikte bir süre sonra onu mümessil yaptılar. Bakınız, bu önemli olayın aslını hâlâ anlayamamıştır. Niçin mümessil oldu, mümessil olmak için ne yapmıştı? Matematik derslerinde tahta başında ağlamaktan başka bir erdemlilik göstermiş miydi? Daha da pek küçüktü ama bütün çocuklar ona saygı duymaya başlamışlardı. Örneğin sınıfın en gürültülü bir zamanında, bir etüt sırasında, bir telaşla içeriye dışarıdan girer, elindeki cetveli önemli bir tutumla bir sıraya vurur, “Efendiler!..” diye başlar, ince sesiyle bu söylev başlangıcı sınıfın ortasına düşer düşmez, bir sessizlik… Herkeste bir dikkat, bakalım mümessil ne diyecek?..
Minimini mümessil ne der? Sınıftakilere iletilecek müdür beyin bir emri… Bu bir oyundur; ne müdürün bir şey dediği var ne de bildirilecek bir emir. Amaç bir kez onların dikkatini çekip düzme bir şey söyledikten sonra ama tam bir ciddilikle, işin aslı esası olmadığını sezdirmeyerek, evet, ondan sonra bir kez sağlanan sessizliği korumayı sürdürmek…
Ahmet Cemil’i mümessil olduğu gün görmeliydi. Evet, nasıl göğsü şişkin, bu mutlu haberi bir an önce eve vermek için sabırsızlıktan nasıl koşarak gelmişti! Kapıyı açan hizmetçi kız Seher oldu. “Mümessil oldum.” sözünü önce onun yüzüne attı. Artık babasının geleceği zamana kadar annesine mümessilliğin önemini anlattı: İki yüz kişi! Şaka değil!.. Bunları gözetimi altında tutmak… Sabahleyin çoğunlukla yoklama defterini o okuyacak. Bu yoklama defterinden evde bezginlik getirdiler. Ahmet Cemil okuldan geldi mi başka bir oyun yoktu. Doğru yukarı sofaya çıkar, babasının mümessil oluşuna ödül olarak aldığı siyah tahtanın başına geçer, okuldaki ciddi tutumunu takınır, yoklama defterini okumaya ve sürekli olarak da karşılıklarını da vererek…
Mehmet Efendi, Kırkçeşme… Var! Necmi Efendi, Fatih… Var!.. Ruhsar Efendi, Zeyrek… Yok! Ve böylece sürüp gider.
Bu defter bir kez okunur; ondan sonra hoca efendi gelir. Örneğin matematik hocası -artık matematik hocasıyla arası iyileşmiştir- hoca efendi sanki yoklama defterini açar:
Hüseyin Nazmi Efendi, Saraçhane -bu Hüseyin Nazmi Efendi, şimdi “Gencîne-i Edeb” dergisinin yazarı olan gençtir- derse çağrılır; hoca efendi sorar:
“Efendi, darp neye derler?”
“Bir sayıyı başka bir sayı kadarınca yineleyerek çoğaltmaya darp derler.”
“Geçin tahta başına!”
Hüseyin Nazmi Efendi tahta başına geçer, tebeşiri eline alır, hoca efendi emreder:
“24605… Yazdınız mı? Ha! Şimdi bunu darp etmeli… 67 ile… Anladınız mı?”
Ahmet Cemil kimi zaman bu taklitle derse o kadar dalar ki babası gelmiş, yavaşça yukarıya çıkmış; arkasından annesiyle kız kardeşi gelmişler, orada bir yere birikerek sessiz ve tatlı bir gülümsemeyle kendisini seyre koyulurlar da o bunu sezinlemezdi. Sonra gözleri oraya ilişiverince donar kalır, elindeki tebeşiri nereye atacağını bilemezdi.
Babası, bu okuldan alıp kendisini Mekteb-i Mülkiye’ye götürünceye kadar bu oyun sürdü. Ama orada Ahmet Cemil’e bir ciddilik geldi. Artık kendisine büyük bir adam gözüyle bakmaya başladı. Üstelik -bu on dört yaşındaki çocuk- buraya gidip gelirken çanta taşımaya bile tenezzül etmez oldu; kitaplarını bir gazeteye sarar, koltuğunun altına yerleştirir, bir “kalem efendisi” tutumunu takınırdı.
Hayatının mutluluk sayfaları hep bu okulda geçen mutlu günlere ilişkin tatlı anılarla doludur.
Hüseyin Nazmi ile asıl sevgi iplikleri burada bağlanmıştı. İkisi de bir sınıfta idiler; ikisi de yatılı olmuşlardı. O vakit aile yaşayışından uzak düşen bu iki genç yürek, birbirleriyle içtenlilik dolu bir yakınlık oluşturdular; emelde ve düşüncede de bir ortaklık kurdular. Zaten duygularında, dış etkileri alıp bunları değerlendirmekte, düşüncelerin belirtilmesi ve kafaya yerleştirilmesi biçiminde aynı anlaşım içindeydiler.
Örneğin ikisi de bir şeyi tuhaf veya garip bulmakta, bir düşünceyi beğenmek veya geri çevirmekte, bir olaydan etkilenmekte veya ona ilgisiz kalmakta her zaman görüş birliğindeydiler. Onun için sevişmek, o insanlar arasında o kadar tatlı olmakla birlikte pek az rastlanılır biçimde gerçekleşen sevişmek, bu iki tertemiz yürek için pek kolay bir şey oldu. Hem de o kadar ki bütün öteki sınıf arkadaşlarına yabancı kaldılar.
Aralarındaki yakınlık, başka bir yüreğin kendilerine katılmasına katlanamayacak ölçüdeydi. İlk yıllarda arkadaşlıkları duygularını birbirlerine aktarmaktan fazla bir şey değildi; ama sonraları… Taze beyinleri gelişmeye başlayıp okuduklarını anladıkları zaman, işte o zaman, ikisinde de bir okuma deliliği başladı. İlk okuma heveslerine özgü doymak bilmez bir açlıkla, her ellerine geçeni okumak istediler.
Önce öyküler, kitapçılardan kira ile alınmış veya arkadaşlarından bin rica ile istenilmiş tercüme veya yerli bir alay öykü okudular. Çoğunlukla birlikte okurlardı. Sınıfın bir köşesinde, ıssızca bir yere çekilirler, kitabı çekmecenin içine yerleştirirler; Ahmet Cemil yavaş sesle okur, Hüseyin Nazmi dinler ve işitemediklerini göz ucuyla süzerek tamamlardı. Her iki arkadaş görüş ve düşüncelerini, yüreklerini bir kitabın bir sayfasında böylece ortaklaştırırlardı.
Bir ara öyküden tiksindiler; o ilk önce duydukları tat aldıkları istek ve merak kayboldu. Ama okuma ihtiyaçları olanca şiddetiyle sürdü. Tarih okumak istediler; ellerine geçen bir eski tarihi yarıda bıraktılar. Okulda zaten dersleri değil mi? O yetmez miydi? Hayale dalmaya -Ahmet Cemil’in Fransızcadan tercüme edip kullandığı “mâfevkal’arz”a-öylesine yönelik düşüncelerini, geçmiş zamanların mezarı demek olan tarihe sürüklemekten tat duymadılar. Ama utanarak bunu kimseye de açıklamak istemezlerdi. O kadar hayal arayan gençler olmaktan değil ama öyle görünmekten korkuyorlardı. Edebiyat sınıfına geçtikleri zaman hayal kurmaya elverişli bir alan aramakla dolu olan düşüncelerine yeni bir uçuş, gökyüzü açıldı: Şiir…
O vakit, şiir adına meydana getirilen bütün yeni ürünleri okudular. Okumak deyimi yeterli olmaz; onların arasından koştular. Sonra, serin bir kaynaktan ayrılamayan