Mai ve Siyah. Халит Зия Ушаклыгиль
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль страница 8
Bir zaman geldi ki aradıklarını bulmak umutlarını kestiler; okumaya küstüler, okumaz oldular. Ama bu durgunluk, tembellik süresi -bir gün geldi ki- o yıllarca okumanın tohumlarından filizler çıktığını göstererek geçti. Sanki bir kıştan sonra bir bahar… Bu genç düşüncelerin baharı gelişmeye başlamıştı.
Bir gün Hüseyin Nazmi, utanarak Ahmet Cemil’e -gece yatağında iken yazmış- söylemiş olduğu bir ay ışığı tasvirinin ilk dört beyitini okudu. Ahmet Cemil karşı çıktı:
“Yatakta mehtabı tasvir etmek olur mu?” diyordu. Ancak biraz da kızarmıştı. Niçin? Ertesi sabah o da ay ışığı tasvirinin öteki dört beyitini yapmış bulundu.
Artık bir uğraşı alanı bulunmuş oldu. Ya okul kitapları?.. Oh! Onlarla uğraşılmayalı zaten pek çok zaman olmuştu. Okula girdikleri zamandan başlayarak sınıfın bir türlü yüksek derecelerine heves edememişlerdi. Sınıfın orta bölgesinde yaşamayı yeğliyor görünürlerdi. Önce okumalardan, şimdi karşılıklı şiir yazmalardan çalabildikleri saatlerle ders kitaplarına ayırdıkları zaman, kendilerini şu orta bölgede tutmaya yetiyordu.
Bir tatil günü birlikte geziyorlardı. Genç çocuklara özgü bir şiir hevesiyle her gezdikleri yerde her gördükleri şeyi buna fırsat sayarlardı. Örneğin o gün köprüden geçerken vapurun bacasından çıkan dumanlar için bir benzetme yapmak, Beyoğlu’na çıkarken rastladıkları kürklü bir başlık giymiş minimini sarı bir Alman kızı için bir manzume söylemeye yeltenmek gibi çocukça şeyleri olurdu. Ama artık böyle etkilenmelerden kendileri de bıkkınlık duymaya, bunları kendileri de gülünç bulmaya başlamışlar; beyinlerinin içinde büyük düşünceler bulup da onların büyüklerine oranla küçük kalanların kendilerinden duydukları bıkkınlığa benzer bir şey sezinler olmuşlardı.
O gün Beyoğlu’ndan geçerken bir kitapçı dükkânının önünde durdular. Vitrinde dizili kitaplara bakıyorlardı. İkisi de özel çalışmaları sayesinde Fransızcayı, okullarda mümkün olan dereceden çok daha fazla bir oranda öğrenmişlerdi.
Birden Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah! Bak başlığa… Herhâlde bir şiir kitabı olacak.”
Hüseyin Nazmi baktı. Ahmet Cemil’in gösterdiği kitap, Edmond Haraucourt’un “L’ame Nue” adlı şiirler kitabıydı. Ahmet Cemil bunu hemen kendi özgü dili ile “Rûh-ı Üryan” diye Türkçeye tercüme etti.
İkisinde de bu kitabı satın almak için birden bir istek uyandı. Utangaç bir tutumla içeri girdiler; Fransızca sormaya cesaret edemeyerek kitabı istediler. Hüseyin Nazmi parasını verdi.
Ahmet Cemil’in deyimince Hüseyin Nazmi, Maliye İşleri Müdürü’dür. Çünkü Ahmet Cemil’in her zaman boş veya boşa benzeyen cebine karşılık Hüseyin Nazmi’nin cüzdanı her zaman dolu veya doluya yakındır.
Kitabı aldıktan sonra bir yere gitmek istediler. Hava güzel ama soğuktu. Hüseyin Nazmi dedi ki:
“Ne zararı var, bak güneşe? Bu güneşin altında, bunu denize karşı, Taksim Bahçesi’nde, ta o tepede, Üsküdar’ın denize akan tablosunun karşısında okuruz.”
Oraya kadar gittiler. Şimdiye kadar Fransızca bir seçmeler dergisinde görebildikleri eski birkaç manzumeden başka bir şey okumamışlardı. Bu, ellerine aldıkları ilk şiir kitabı oldu.
Taksim Bahçesi’ne girdikleri zaman ellerinde tuttukları kitabın daha okumadan önceki lezzetiyle yürekleri sanki bir sırlar evinin çekici tatlılıklarına ulaşmak için ilk adımı atıyormuşçasına tuhaf bir hâlde duyguluydu. Ta bahçenin sonuna kadar gittiler. Orada yeşil tahta banklardan birine ters olarak, yüzlerini deniz yönüne çevirerek, kış güneşinin hafif sıcaklığıyla yarı kızgın taşlara ayaklarını dayayarak oturdular.
Kitabın neresinden başlamak gerekeceğini kestirmekte kararsızdılar. Anlayıp anlamamak meselesinden de korkuyorlardı.
“Bir yerinden aç bakalım, talihimize ne çıkar!..”
Talihlerine “Mezar” başlıklı manzume çıktı. Önce Ahmet Cemil, sesli olarak, biraz acemilere özgü kararsızlıkla okudu. Birden anlayamadılar. Şiirin ötesinde berisinde kafaları durakları; pek iyi bilmedikleri kelimelerin üzerinde bir süre durdular. Sonra anladıklarını anlamadıklarına birer çözüm basamağı edinerek manzumenin okunuşu bitince gözleriyle, susarak ikisi de ortaklaşa uzun uzun süzdüler.
Birden Hüseyin Nazmi “Of! Ne umutsuzluk ve üzüntüyle dolu bir şiir!.. Ne derin bir bezginlik ve acı!..” dedi.
Ahmet Cemil gözlerini ayırmıyordu. Sanki bütün ruh dünyası bu gam dolu şiirin yası altında eriyip gitmişti.
Hüseyin Nazmi ekledi:
“İyice anlamak için kafamın içinde tercümesini yaptıkça sanki bu güzel yas ve umutsuzluk tablosunun renkleri hep sisleniyor, kaçıyor. Dikkat ediyor musun? Şu şiirin yapısındaki ahenk, onun umutsuz ruhuna nasıl yakışıyor? Bak nasıl hafif başlıyor? Önce en hafif seslerden, sözlerden oluşmuş bir başlangıç… Bir inilti ezgisi gibi yavaş yavaş, sanki sürüklene sürüklene gidiyor… Tercümesini yapınca o hüzünlü müzik, o yaslı tutumu kayboluyor. Tercüme, sanki bestesi kaybolmuş bir söz gibi soğuk duruyor…”
Hüseyin Nazmi, ileri sürdüklerini ispatlamak istiyormuşçasına kırık dökük tercümeye başladı:
“Sanki ufuklar bir ölümün hedef yeri olmuş. Yüreğim, mezarlarının beyazlıklarıyla karanlıklar altında yatıyor. Eski mermerlerin arasında mezarımın tablosu perişan bir oynayışla sallanıyor…”
Ahmet Cemil gülerek Hüseyin Nazmi’ye baktı:
“Berbat oluyor; saçma mı söylüyorsun?”
“Yeryüzü, gökyüzü, her şey mevsimini yitirmiş; bu sonu olmayan çöl üzerinde hiçbir pırıltının ışıltısı yok! Yalnız bir kenarı bulutların kemirmesiyle kırılan hilal, ölüleri mi mahpus bulundukları yerlerde ürpertiyor, titretiyor…”
Ahmet Cemil ekledi:
“Sanki niçin sadece ‘titretiyor’ demiyorsun? Veya Türkçede her hâlde bir şey eklemek gerekse ‘ürpertiyor’ yerine ‘ürkütüyor’ demeli ki kelimenin son uzun hecesi birden kesilmesin. Bak, şu üçüncü dörtlüğü ‘hepsi uyuyor’ diye mütercimin kötü düşeceğini sanıyorum. Bana kalırsa gene o havayı koruyarak tercüme etmeli; ama biraz başlangıcı süsleyerek:
‘Hepsi hâbide-i sükûn… Sürur, ümmid, aşk, fazilet, cesaret… Mezaristanın başka bir hayat hengâmesinin mahvolmuş kuvvetleriyle dolu… Hâlbuki henüz kefenlerimin kâffesini sayıp bitirmedim…’ ”
Hüseyin Nazmi atıldı:
“Of, bu hâlbuki!.. Hem yanlış tercüme ediyorsun. ‘Tadat etmek’ sözlerinin