Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü. Lütfü Şehsuvaroğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 2
Ahmed’imin ölümü beni çok sarstı.
Tam on bir yıl benden başkasını gözü görmedi. Bana hep sadık kaldı. Haremde benden daha güzeli yok muydu? Dünyanın neresinde bir güzel varsa ona sahip olma kudreti yok muydu? Fakat o beni sevdi.
Ben de onu sevdim.
Yirmi sekiz yaşındaydı henüz. Gepegenç gitti.
Onu ilk gördüğüm anı unutamıyorum.
Bosna’dan yola çıktığımızda çocukluğumda dinlediğim hikâyelerden Osmanlı padişahlarını hep kaba saba, dev gibi, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, acımasız, kan emici insanlar olarak bilirdik.
Ahmed’imi gördüğümde bu kadar temiz bir yüze bir erkek nasıl sahip olabilir diye geçirdim aklımdan.
Tahminlerimin ötesinde güzel, zarif, iyi kalpliydi.
Piyanonun tuşlarına basarken sanki kalbim yerinden fırlayacaktı.
Arkamda Arz Odası’ndaki tahtında oturan dünyanın en kudretli adamı gencecik, yakışıklı bir adamdı. Bütün Yunanistan’da bu kadar güzel, hele hele gözleri bu kadar anlamlı bakan bir genç asla bulamazdım.
Ne kadar mutluydum o soneleri çalarken.
Göklerde uçuyordum sanki.
Aşk dedikleri buydu işte.
O soneleri çalarken üç yıl boyunca bu sarayda bana öğretilen şiirleri geçirdim aklımdan. Müziğin namelerinden yükselen ruhun da bu aşk iklimine yabancı olmadığını ispatlamaya çalışmıştım. Adından sıkça bahsedilen Kanuni’nin Muhibbi mahlasıyla yazdıkları bir bir geçti aklımdan. O da âşıktı ve şimdi o saltanatın genç temsilcisine çalıyordum soneleri… Biliyorum ki bu genç hükümdar da şairdir ve şiirinin bir mısrası olmak insana ne büyük lütuftur.
Kanuni’nin Hürrem’e yazdığı gibi o da bana yazar mı acep?
“Bir güzel sevdim bugün kim canlar cananıdır
Bendesidir hublar ol cümlenin sultanıdır
…
Bağda yer yer açılan sanma lâle gül durur
Hâr elinden bülbülün bağrından akan kanıdır.”
Benim de sanki o saat bağrımdan kan akıyordu. Bülbül gibi şakıdıkça, piyanonun tuşlarına dokundukça parmaklarımdan çıkan namelerle ben de gökyüzüne hazan mevsimi uçuşan yapraklar gibi dağıldım, savruldum.
Birinin seni izlemesi, onun için bir şey yapman… Bütün gözler üzerinizdeyken bile hiç konuşmadan “İşte!” demek, “Kalbimin her hücresini doldurabilecek insan bu!” Heyecanlanmak, ürpermek, dokunursa gözlerimin boşalacağını hissetmek…
Aşk…
Bana aşkı ne güzel tarif etmişti.
Ayn, şin ve gaf…
Bu dil sanki aşkı tarif için yaratılmıştı.
Ben o zamanlar tam olarak anlamamıştım.
Fakat sonraki zamanlarda bana yazdığı şiirlerini ve aşkı anlatan o eski kitapları okudukça daha iyi anladım. Geçen zamana nispetle halvetlerimizde, gezi çıkmalarımızda, av yahut sefer dönüşlerinde devlet işlerini tamamlayıp da aşk odamıza çekildiğimizde bana dokunuşları, kulağıma fısıltıları aşkın bir anda başlayıp biten bir şey olmadığını, hep yükselen ve yükselten bir şey olduğunu açıklıyordu.
Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun gibi hikâyeler dilden dile dolaşırdı İstanbul’daki bütün evlerde. Sadece İstanbul’da mı, mülk-i Osmani’nin her mıntıkasında…
Hoca Ahmet Yesevi hikmetlerinde hep aşkı anlatırdı.
Mevlâna “Mesnevi”sinde aşkı anlatırdı.
Saray geceleri bir mektep gibidir. Buraya geldiğime, -getirildiğime mi demeliydim- o kadar şükrediyorum ki her gece bir sır perdesi aralanıyor, insana dair bilinmezlikler keşfediliyor. İnsan her okuduğunda biteviye tazeleniyor, yeniden yeniden yaratılıyor. Hacı Bayram’ın “Beni dahi yaratuldum taşu toprağ arasında.” demesi boşuna değil. Burada Tanrı’yı daha doğru tanıdım. İnancımı kavi kıldım. Onun yaratmadaki esrarını çözdüm. Adalar kızıyken bana anlatılanların hepsi ondan uzakta, ezilmiş bir kulun çaresizliğiyle örülmüştü. Şimdi ben onda beni beni onda buldum. Âşığın maşukuna yönelmesi sadece başlangıç. Ben başlangıçtaymışım. Onun da bana yönelmesi, benim onda erimem, yok olmam ve hiçin sonsuz varlık muhasebesi hâlinde terkibe, gerçek Bir’e erişmesini ben haremde yaşadım.
Öyle bir saray ki bu, kapısı aşkla açılır, sofrasında ne varsa aşkla pişer, gül ve bülbül serencamıdır bahçesi…
Kapıları yatsı namazından sonra kapanırken Mülk Suresi ile kapanır. Sanki sarayda kandiller yanarken göğü kandillerle donatan Allah’ın kudretini tesbih ederler. “And olsun ki biz, göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.” Ölümü ve yaşamı yaratan Allah çok bağışlayıcıdır. Surenin sonunda da “Suyunuz çekilirse size kim su verecek?” diye sorar. O yüzden şifalı sular şükür niyazlarıyla küplere hazırlanır akşamdan. Ne kadar şükretsem az. Aşka doydum desem taşra düşerim aşktan diye korkarım. Öyle saray ki hükümdarları hep âşık… Bu şehri fetheden o Fatih’in babası Murad Han’ın şu beytini kendiliğinden aklıma yazmışım. Kim bilir ne kadar okundu civarda…
“Âşık olan kimsede nâmûs u âr etmez karar
Dökseler bir katre âbı mahv olur nâr üstüne.”
Onun oğlu ondan aşağı kalır mı? Şehri fâzıla şehrine dönüştürmek için fetheden o Fatih, aşkla onu payidar kılmaya duacı oldu.
“Aşk ile vîrân eden gönlünü ma’mûr istemez
Hâtırın mahzûn eden bir lahza mesrûr istemez.”
Her köşesinde zarafet, her odasında muhabbet, her mümininde aşk olan bu şehir, mayasında aşk olan bir hareketin, bir ebedî dönencenin yeryüzüne yansımasıdır sanki.
Aşkla kurdukları devletin savaşa dair söylemi de şiirdir.
Aynı Fatih, Karamanoğlu’na gönderdiği beyitte de şöyle demiş:
“Bizimle saltanat lâfın edermiş ol Karamanî
Hudâ fırsat verirse ger kara yire karam anı.”
Eğer Tanrı