Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü. Lütfü Şehsuvaroğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü - Lütfü Şehsuvaroğlu страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü - Lütfü Şehsuvaroğlu

Скачать книгу

daha dokunaklı yazdırır. Cem Sultan vatandan ayrı düşmeyi ne güzel tarif etmiş:

      “Cem eşiğin talep eyler ki göre gün yüzünü

      Ruşen oldu ki vatan sevgisi imandan imiş.”

      O kadar çok şiirle bezemişler ki sarayın her yanını kapıların girişlerinde de o güzel yazılarla bezenmiş tezhip edilmiş hatlarla şiirler yazılmış. Her nereye baksan asude bir iklim ve her yerde ahengin, dengenin çizgileri var. Sadece sultanların yazdıkları yeter ama bir de öyle bir mazi var ki saltanatla yarış ediyor sanki. Hatta saltanat o maziyi, o halkı ve hislerini takip ediyor.

      Yunus Emre aşkı sade bir dil ile anlatmış ama hepsine bedel.

      “İşidin ey yârenler aşk bir güneşe benzer

      Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.”

      Gönül ile dil bu topraklarda aynı manayı kuşanmış. Yunus’un aşk dili dokunduğunu kendine benzetmiş. O yüzden bu dilin ruha işlemesi ile askerî fetihlerden daha ziyade gönüller fethedilmiş. Dava yerini seviye terk etmiş.

      “Ben gelmedim dâvi için

      Benim işim sevi için

      Gönüller dost evi için

      Gönüller yapmağa geldim.”

      Gönül yapmak… Ahmed benim gönlümü yeniden yapmıştı.

      Benim; yıkılmış, ümidini kaybetmiş ruhumu tamir etmiş, belki de gemicilerin eğlencesi olma ihtimaline ramak kalmış şansımı tersine çevirmişti.

      Haremin bütün bu güzel cariyeleri mutlak güzelin ruh ikliminde fena makamına erişip tek Bir’de kayboluyorlardı.

      Mahfiruz ile onu paylaşamazdım. O ruh ikliminde kaybolsam bile kendimi ona ram ederek onun da bende yok olmasını diledim hep. Aşkın dilini öğrenmiştim. Ne yapıp edecek sadece birbirimizin olacaktık.

      Onu kendime ram ettim. Benden başkasını gözü görmedi.

      Ne yapayım? Mahfiruz ile düşman olmak istemezdim. Hatta Osman’a annesinden daha yakındım.

      Ama işte iktidar olmanın yolu entrikalar dünyasında ayakta kalabilecek asıl entrikanın sahibi olabilmekten geçermiş.

      Ben aslında Osmanlı’nın unuttuğu büyük doğunun yeniden inşaası için seçilmiş biriydim. Rum, Türk, Türkmen, Ermeni, Çerkez, Abaza, Tatar, Kalmuk, Kıpçak, Arap, Kürt, Yahudi; dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bütün doğunun ortak paydasını temsil eden bir iktidar peşindeydim. Çocukluğumdan beri Bizans’a, diyar-ı Rum’a şu Batılıların, Latinlerin ne kadar zulüm yaptıklarını işiterek büyüdüm. Andronikos’un başına gelenler sadece bir devre ait yanlışlar değildi ki… Andronikos’tan sonra da Rumlara yapmadıkları kalmadı. İstanbul’u, Konstantinopolis’i nasıl da yağmaladılar. Hiçbir şey tesadüf değildi. Tamam, imparatorlar bazı yanlışlar yapmış olabilirler ama batının doğuya baştan beri yaptığı kesin bir ön yargının sonucuydu. Kötü yönetimler genellikle bahaneydi. Hele ki, haçlı seferlerinin dördüncüsünde yaptıkları?..

      Bütün İstanbul’u yıktılar. Binlerce doğu kilisesini yaktılar. Konstantipolis’te yaşayan Müslümanlar için Galata’da bir cami vardı. Onu da yakıp yıktılar. Ayasofya’ya girdiler ve orada ağlaşmakta olan, dua eden ne kadar inanmış insan varsa hepsini katlettiler. Ayasofya’nın içi kan gölü oldu. Ayasofya’nın altınlarını çaldılar. Hatta dediler ki kendi aralarında, “Niçin Kudüs’e gidelim! İşte Kudüs burası… Bu bize yeter…” soydular ne var ne yok… Onların yaptığı zulmü doğudan gelen hiçbir kimse yapmamıştı.

      Lanet olsun ki Osmanlı içinde de büyük doğuyu idrak edemeyen şapşallara şahit oldum, batıya kul köle olan akılsızları gördüm.

      Kösem Sultan’ın Anastasya’nın İzini Sürmesidir

      Andronikos, Fatih, Efram ve diğer büyük doğu rüyalarını bir kenara bırakıp bir an babası, Agios Nicolas zangocu Pierre Aretino’yu hatırladı Anastasya. Bir de aziz peder Kostas Vasilidis’i… Onu daha çok baba diye hatırlıyordu. Manevi babasıydı da. Hem babasına, hem kendisine tarih, felsefe, din öğretmişti. Tinos’tan ayrılmazdan birkaç gün evvel söyledikleri kulaklarından gitmiyordu. Öyle bir kızım deyişi vardı ki, Anastasya’nın aklına hep kötü, karmaşık şeyler getiriyordu bu. Biricik anası Tanya’yı hep güzel, saf ve temiz bir ruh olarak hatırlamak istemişti. Ama içinde depreşen cinler ona sanki başka şeyler söylüyordu. Olsun. İkisi de öz ve manevi babası idi. Hangisinin öz, hangisinin manevi olması niye önemli olsundu?

      …

      Adalar topluluğunun tam ortasında bir yerde yer alıyordu adası. Tinos adasının karşısında küçük, adı sanı olmayan bir adacıktı. Ama koca yarımadanın başkenti Atina gibi Athinos adında bir köyü vardı. Güneyde Vari, batıda Finikas… Agios Nicolas kilisesi tam da Tinos’a bakardı. Akşam olunca Tinos’un ışıkları görülürdü. Zaman zaman Tinos’taki kiliseye de giderlerdi.

      Tinos’ta Hristiyanlığın iki mezhebi de vardı ve ikisi de güçlü taraftar kitlesine sahipti. Sık sık mezhep kavgaları olurdu. Küçücük ada aynı zamanda yeryüzünün bütün din ve mezheplerinin tartışıldığı entelektüel bir ortama sahipti. Bu kendiliğinden mi olmuştu, yoksa adaya gelen Finikeliler, Cenevizliler, Afrikalılar ve tabii Osmanlılar sayesinde mi; bilmiyordu.

      Fakat Bizans’ın yaşadıkları, Hz. İsa ve Hz. Meryem meselleri, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Süleyman, Davut, ilk İslam akınları, Bizans imparatorlarının bazılarının batıyı değil de doğuyu tercih edişleri; Haçlı seferleri, “İstanbul’daki Latin baskını ve Ayasofya’nın içinde masum Hristiyanların Haçlı sürüsü tarafından katledilişi… Hep aklındaydı. Hatta “Konstantinopolis’te Latin serpuşu göreceğime Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” gibi sözler üzerinde yapılan sokak tartışmaları hep aklındaydı.

      “Ah sevgili babacığım! Nasılsın, ne hâldesin? Sağ mı acaba?”

      Ya Vasili Baba, ondan da hiçbir haber alamamıştı.

      Babasının sağlığından ilk defa ciddi endişe duydu Sultan. Bundan böyle valide sultandı, ne yapıp edip babasını bulduracaktı. Hatta onu saraya aldıracaktı. Olur muydu?

      Neden olmasın?

      O artık üç kıtada at koşturan şanlı bir imparatorluğun, büyük doğu imparatorluğunun kraliçesi idi. Ne kraliçesi… Valide sultanıydı. Valide sultan demek kraliçelerden üstün olmak demekti.

      Devlet işlerinde bir yeri vardı…

      Devlet de bütün cihanın devletiydi.

      Babasını bulduracak ve yanına aldıracaktı. Pierre Arentino’yu da, belki Leonardo’yu da… Evet, evet köyünü bile istese İstanbul’a taşıyabilirdi. İstese Vasilidis Baba’yı da…

      Acı bir elemle yüzü gerildi. Vasilis Baba’yı getirtebilir miydi ki?

      Hiç olacak iş mi?

      Nasıl da unutur insan? Ama babasını buldurabilir ve belki vezirlik bile verirdi.

      Prefekture’deki,

Скачать книгу