Savaş ve Barış I. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış I. Cilt - Лев Толстой страница 55
Tabur Komutanı da gülümseyerek öne doğru bir adım atmıştı. İkisi de uçuyordu mutluluktan…
Alay Komutanı şöyle devam etti:
“Bu gece anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan geldi ama öyle sanıyorum ki alayın durumu fena değil. Ne dersin ha?”
Bu sözlerdeki neşeyi ve hafif alaycı edayı hemen sezmişti Tabur Komutanı. Gülerek “Bu hâlimizle Paris talimgâhından bile kovmaya kıyamazlardı bizi!” dedi.
“Anlayamadım.” dedi General.
Tam o sırada, kente giden ve yer yer gözcülerin beklediği yolda iki atlı belirdi. Bir yaverle bir kazaktı bunlar.
Yaver, bir gün önceki emirde yeterince açıklanmamış olan noktayı Alay Komutanı’na açıklamak için karargâhtan gönderilmişti. Bildirdiğine göre Başkomutan, erleri tıpkı yürüyüş hâlindeki gibi silahları kılıflarına geçirilmiş olarak görmek istemekteydi.
Daha bir gün önce, Viyana’daki Yüksek Savaş Şûrası’ndan bir yetkili, Kutuzof’a gelerek Arşidük Ferdinand ve Mack’in kumanda ettikleri orduya yetişip onlarla birleşmek üzere en kısa zamanda harekete geçmesi için ısrarlı bir şekilde istekte bulunmuştu. Bu birleşmeyi uygun görmeyen Kutuzof ise Rusya’dan gelen ordunun hazin durumunu, reddine gerekçe olarak Avusturyalı General’in gözleri önüne sermek niyetindeydi. İşte bu amaçla da alayın gelişini beklemeksizin yola çıkıp kendisi onları karşılamak istiyordu. Anlaşılan, alay ne kadar kötü bir görünüm sergilerse Başkomutan da o kadar hoşnut olacaktı. Gerçi yaver, işin ayrıntılarını bilmiyordu ama Kutuzof’un kesin emrini General’e iletmekten geri kalmadı: Erler kaputlu, silahlar da kılıflı görünmeliydi; yoksa Başkomutan hiç de memnun kalmayacaktı!
Alay Komutanı bu ek emri dinledikten sonra hiç konuşmaksızın omuzlarını silkti ilkin, sonra da iki elini iki yanına açarak “Bir bu eksikti!” diye bağırdı.
Hemen ardından da Tabur Komutanı’nı azarlar gibi bir tonla ekledi:
“Ben size dememiş miydim Mihail Mitriç? Mademki alayı yürüyüş hâlinde görmek istiyor, o hâlde erlerin kaputlu olması gerekir… Dememiş miydim! Peki bu ne hâl? Aman Tanrı’m!”
Cevap beklemeksizin bir adım atıp komut verdiği zamanki sesiyle inletti ortalığı:
“Bölük komutanları! Başçavuşlar!”
Biraz önce gelen yavere döndü daha sonra ve kastettiği kimseye derin saygı beslediğini gösteren bir tavırla sordu:
“Ne zaman onurlandıracaklar bizleri?”
“Bir saate kadar sanıyorum.”
“Üniformaları değiştirmeye vakit bulabilecek miyiz dersiniz?”
“Bilmem ki Generalim.”
Cevap beklemeksizin saflara doğru ilerlemişti General. Erlerin yeniden kaputlarını giymeleri için emir verdi. Bölük komutanları koşar adım bölüklerinin başına gittiler, başçavuşlarsa telaşa düştü; kaputların durumu pek iç açıcı değildi…
Birliklerin meydana getirdiği düzenli sessiz dörtgenler bir anda dalgalanıp dağılmıştı ve konuşmalarla uğuldamaya başlamıştı şimdi. Dört bir yanda erler sağa sola koşmakta; teçhizatlarını arkadan, omuzlarının üzerinden aşırtıp çantalarını başlarının üzerinden çıkarmakta; üniformalarını çıkarıp kaputlarını giymek için de kollarını yukarı kaldırmaktaydılar. Yarım saat sonra ise her şey eski düzenli hâline gelmişti. Bir farkla: Birliklerin oluşturduğu siyah dörtgenler, kül rengine dönmüştü şimdi.
Alay Komutanı yine o sarsak yürüyüşüyle alayın karşısına geçti ve uzaktan baktı askerlerine… Ama birdenbire bağırdı:
“Bu da nereden çıktı? Ne demek oluyor bu?”
Tepiniyordu âdeta. Var gücüyle haykırdı yeniden:
“Üçüncü bölük komutanını çağırın bana!”
Saflar arasından dalga dalga sesler yükseldi:
“Üçüncü bölük komutanı, General’e!”
“Komutanım, General’e!”
“Üçüncü bölük komutanı!”
Bir emir subayı, geciken komutanı arayıp bulmak için uzaklaştı koşarak.
Hançerelerini paralarcasına bağıran erlerin sesleri en sonunda “General’e, üçüncü bölüğe!” şeklini alıp da yöneldikleri hedefe ulaşınca aranan subay, bölüğün arkasından belirdi. Koşmaya pek alışmamış, yaşlı bir adamdı bu; beceriksizce, ayakları birbirine dolanarak koşar adım General’e yaklaştı. Ezberleyemediği dersi tekrarlaması istenen bir öğrencinin tedirginliği okunuyordu yüzünde. Kırmızı yanaklarında (Belli ki içkiyi biraz fazla kaçırmıştı.) yer yer lekeler belirmişti. Dudakları kımıldıyordu durmadan. General’e yaklaştıkça adımları yavaşlıyordu…
Soluk soluğa yanına geldiği zaman, Yüzbaşı’yı tepeden tırnağa süzdü General. Sonra da alt çenesini ileri doğru uzattı ve üçüncü bölüğün saflarında hemen göze batan, sırtına bütün öbür kaputlardan farklı olarak çuha renginde ve fabrika dokuması kaput geçirmiş eri işaret etti.
“Neredeyse sarafan294 giydireceksiniz erlerinize!”
Öfkeyle bağırmaya başladı:
“Bu ne, bu? Hem siz neredeydiniz ha? Başkomutan bekleniyor, siz yerinizde yoksunuz! Bu ne biçim iş! Erleri teftişe çıkarırken palyaçolar gibi giydirmek ne demekmiş, öğretirim ben size!”
Bölük komutanı, şimdi kurtuluş yolunu artık sadece bunda görüyormuş gibi iki parmağını gittikçe biraz daha fazla bastırıyordu kasketinin siperliğine. Komutan, bir tonla sordu:
“Ne susuyorsunuz? Cevap verin bana. Söyleyin, kimdir bu Macar kılığına giren?”
Kekeler gibi konuştu Yüzbaşı:
“Sayın Komutanım… Sayın Komutanım…”
General yeniden patladı:
“Geveleyip durmayın şu lakırtıyı karşımda! Söyleyin, nedir? ‘Sayın Komutanım, Sayın Komutanım…’ deyip duruyorsunuz ama ne demek istediğinizi hiç kimse anlamıyor!”
Yüzbaşı, alçak sesle “O adam, rütbesi alınan Dolohof’tur Komutanım…” dedi.
General’in sesinde öfkeyle alay birbirine karıştı:
“Erliğe
294
Sarafan: Rusya’da kadınların ulusal kıyafeti.