Savaş ve Barış I. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış I. Cilt - Лев Толстой страница 51
Odada sadece Prens Andrey’in sürekli yanında taşıdığı eşyalar kalmıştı şimdi: Bir kutu, bir büyük gümüş çekmece, iki Türk tabancası ve babasının Oçakof’tan getirip ona armağan etmiş olduğu bir kılıç. Her gittiği yere mutlaka götürdüğü bu eşyaları büyük bir düzen içinde tutardı Prens Andrey. Yepyeni, tertemizdi hepsi; çuha kılıflara konmuş, kayışlarla bir güzel bağlanmıştı…
Bir yolculuk ya da hayatın akışında meydana gelecek bir değişiklik arifesinde, davranışlarını soğukkanlılıkla çözümleyebilen insanların düşünceleri tam bir ciddiliğe bürünür. Geçmişte olup bitenlerin yeni baştan değerlendirildiği ve geleceğe yönelik tasarıların yeşermeye başladığı anlardır bunlar…
Nitekim Prens Andrey’in yüzünde de alabildiğine düşünceli, bir o kadar da yumuşak bir ifade vardı. Ellerini arkasında kavuşturmuş, hep önüne bakarak hızlı adımlarla bir köşeden öbür köşeye yürümekte; bir yandan da düşüncelerinin akışına uygun şekilde başını sallamaktaydı. Savaşa gitmekten mi korkuyordu, yoksa karısını geride bıraktığı için mi üzülüyordu? Tam kestiremiyordu bunu, belki de her iki duygunun birden etkisi altındaydı. Belkisi olmayan, kesin olan nokta; başkaları tarafından bu durumda görülmek istemediğiydi. Bu yüzden sofadan gelen ayak seslerini duyar duymaz kollarını hemen aşağı indirmiş, masanın önünde durmuş ve küçük bavulun kılıfını bağlıyormuş gibi bir tavır takınmıştı. Yüzünde de her zamanki gibi sakin ve duygularını belli etmeyen donuk bir ifade belirmişti.
Prenses Mariya’nın adımlarıydı işittiği ayak sesleri. Soluk soluğa geldi Prenses, koşmuş olmalıydı.
Telaşlı bir sesle “Hayvanların koşulmasını söylemişsin…” dedi. “Oysa ben seninle biraz baş başa kalıp konuşmayı öylesine istiyordum ki! Kim bilir yine ne kadar sürer bu ayrılık?”
Bir solukta söylemişti bütün bunları. Yine bir solukta ama belirli şekilde kederli bir sesle sordu:
“Geldiğim için darılmadın ya?”
Kendisi de afallamıştı birden. Niçin böyle bir soruya ihtiyaç duyduğunu açıklamak istercesine “Sen de çok değişmişsin, Andriyuşa.” dedi.
Gülümsemişti “Andriyuşa” derken. Belliydi ki karşısındaki bu sert tavırlı yakışıklı erkeğin çocukluk çağı boyunca can yoldaşlığı yaptığı o haşarı ve çelimsiz Andriyuşa’dan başka biri olmadığını düşünmek bile ona şimdi bir tuhaf geliyordu…
Karşılık olarak gülümsemişti Andrey. Sonra sordu:
“Lise nerede?”
Cevap vermeden önce kardeşinin karşısındaki divana oturdu Prenses ve tatlı bir sesle “O kadar yorulmuş ki benim odamdaki divanın üzerinde uyuyakaldı yavrucak.” dedi.
Heyecanlı bir sesle devam etti sonra:
“Ah, André! Quel trésor de femme vous avez!..278 Tam anlamıyla çocuk! Ama sevimli ve çevresine neşe saçan bir çocuk… Onu o kadar çok sevdim ki bilemezsin!”
Susuyordu Prens Andrey. Ama Mariya, kardeşinin yüzünde beliriveren alaycı ve aşağılayıcı ifadeyi fark etmemiş değildi:
“Ufak tefek kusurları hoş görmelisin.” dedi. “Hatasız kul olmaz ki André! Sonra unutma, senin karın sosyete çevresi içinde yetişti. Şimdiki durumu da hiç kolay değil. Her insanın kendine özgü bir hâli var, anlamak gerekir. Tout comprendre, c’est tout pardonner!279 Düşün bir kez, insaflı bir şekilde düşün: Sürdüğü o hayattan sonra zavallıcığa kocasından ayrılmak ve bu durumda tek başına köyde kalmak kolay mı gelir sanıyorsun? Çok ağır bir yük taşıyor aslında…”
Kız kardeşine şöyle bir bakarak gülümsemişti Prens Andrey. İçlerinden geçeni okuduğumuzu sandığımız kişileri dinlerken yüzümüzde dalgalanan tebessümle…
“Sen de köyde oturuyorsun işte ama bu hayatı hiç de öyle korkunç bulmuyorsun…” dedi.
Yumuşak ama güvenli bir sesle karşı çıktı buna Mariya:
“Ben o değilim ki! Benim durumum bambaşka! Ne diye beni karıştırıyorsun bu işe? Her şeyden önce ben değişik bir hayat istemiyorum. İsteyemem de çünkü başka türlü… Yani değişik bir hayatın ne olduğunu bilmiyorum. Oysa Lise’in durumu çok farklı. Düşün Andre: Daha çok genç ve sosyete hayatına bağlı bir kadının ömrünün en güzel yıllarını bir köyde tek başına geçirmesi ne demektir! Evet, tek başına derken ne dediğimi gayet iyi bilerek söylüyorum… Gerçekten de tek başına çünkü babam her zaman kendi işleriyle uğraşmaktadır; bana gelince, beni bilmez değilsin! Yüksek sosyete hayatına alışmış bir kadına ben, en ressources,280 ne kadar yardımcı olabilirim ki? İyi ki Matmazel Bourienne var da…”
Kardeşinin sözünü kesti Andrey:
“Sizin o Bourienne’iniz katiyen hoşuma gitmedi!”
“Amma da yaptın Andrey! Çok sevimli, çok iyi yürekli bir kızcağızdır o! Daha da önemlisi, yoksul ve çaresizdir: Dünyada hiç ama hiç kimsesi yok!”
Burada bir an sustu Prenses Mariya. İçini çekerek devam etti:
“Doğrusunu istersen, benim ona kişisel olarak bir ihtiyacım yok ve bazen beni de sıktığı olmuyor değil. Bilirsin, zaten öteden beri yabaninin biriyimdir. Şimdi ise daha da yabanileştim. Gitgide daha çok sever oldum yalnız kalmayı… Mon pere281 onu pek sever, ona ve bir de Mihail İvanoviç’e karşı yumuşak ve çok iyi davranır hep. Çünkü her ikisi de babamdan iyilik görmüştür. Sterne’in dediği gibi: İnsanları bize yaptıkları iyiliklerden çok, bizim onlara yaptığımız iyiliklerden dolayı severiz. Babam onu sur le pave282 bulup almış. Tam bir öksüz işte. Ve dediğim gibi çok iyi yürekli bir kız… Sonra mon pere kitap okuyuşundan hoşlanıyor onun, akşamları ona hep yüksek sesle kitap okutuyor. Gerçekten de çok güzel ve kusursuz okur…”
Birdenbire kardeşinin sözünü kesip sordu Prens Andrey:
“Tamam, bırak onu! Şimdi sana bir sorum var Mariya, bana lütfen doğru cevap ver: Babamın huysuzluğu zaman zaman sana ağır geliyor artık, öyle değil mi?”
Afallamıştı Prenses Mariya. Sonra da ürkmüştü. Konuşmadan çok kekelemeyi andıran bir şekilde “Bana mı?” dedi. “Bana ağır mı geliyor?”
Ondaki şaşkınlığın farkına varmamış gibi devam etti Prens Andrey:
“Ben kendimi bildim bileli sert bir adamdır zaten. Bana öyle geliyor ki zamanla daha da çekilmez olmuş…”
Babası hakkında mahsus böyle ileri geri konuşarak kız kardeşinin ağzını aramak, onu sınamak istiyordu belki de… Ya da genç kıza öyle gelmişti…
Konuşmanın
278
“Altın gibi bir karınız var!..”
279
“Anlamak, affetmektir.”
280
“İmkân bakımından.”
281
“Babam.”
282
“Sokakta.”