Dünya’nın Merkezine Seyahat. Жюль Верн
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Dünya’nın Merkezine Seyahat - Жюль Верн страница 13
“Tabii, tek yapacağımız şey buysa oldukça haklısınız ama her şey bir yana, aşağı inince, tekrar yukarı çıkmamız gerekecek sanırım, değil mi?”
“Oh, bunu kafama takmıyorum. Gel, kaybedecek zamanımız yok. Kütüphaneye gidiyorum. Belki orada Saknussemm’e ait el yazmaları vardır. Onlara göz atmak bana mutluluk verir.”
“Şey, siz oradayken ben de kasabaya inerim. Siz de katılmak ister miydiniz?”
“Bu hiç ilgimi çekmez. Benim ilgimi çeken şey, bu adanın üstünde değil altında olanlar.”
Dışarı çıktım ve ayaklarımın beni götürdüğü yönde ilerlemeye başladım.
Reykjavik’te kaybolmak neredeyse imkânsızdı. Hele iletişim kurarken tek yolunuz el kol hareketleriyse başkalarına yol sormaya hiç gerek yoktu. Kasaba, iki tepe arasındaki bataklık ve alçak bir arazide bulunuyordu. Geniş bir donmuş lav yatağı, bir taraftaki sınırını oluşturmaktaydı ve yavaşça denize doğru akıyordu. Diğer tarafta ise şu anda sadece Valkyria’nın demirli olduğu, geniş Faxa Körfezi uzanıyordu ve kuzeyde Sneffels Yokulu yolunu kesiyordu. Genellikle burada İngiliz ve Fransız devriye gemileri demirlerdi ama şu anda adanın batı kıyısında devriyedeydiler.
Reykjavik’in iki caddesinden uzun olanı, sahile paralel uzanıyordu. Burada, enlemesine yerleştirilmiş kırmızı kalaslardan yapılma evlerde, satıcı ve tüccarlar yaşamaktaydı. Batıya doğru uzanan diğer cadde, ticaretle ilgisi olmayan ahalinin ve piskoposun evinin arasındaki gölde son buluyordu.
Kısa sürede bu kasvetli yolları keşfetmiştim. Bazen eskimiş bir halıyı andıran ot kümeleri, bazen de seyrek bitkilerin olduğu bostana benzer bahçelerle karşılaşıyordum. Burada yetişen patates, lahana ve marul gibi bitkiler o kadar azdı ki ancak bir Lilliput17 masasını donatabilirdi. Birkaç hastalıklı şebboy, havanın ve güneşin tadını çıkartmaya çabalıyordu.
Ticaret yapılmayan caddenin ortalarına doğru halk mezarlığına rastladım. İçinde yeteri kadar yer bulunan, toprak duvarla çevrili bir yerdi.
Birkaç adım sonra, Hamburg’daki belediye binasıyla kıyaslanınca bir kulübeyi andıran ama İzlanda halkının yaşadığı evleri göz önüne alınca bir saraya benzeyen, belediye başkanının evine vardım.
Göl ve kasaba arasındaki alana Protestan usulüne uygun olarak bir kilise inşa edilmişti. Tamamıyla adanın kendi iş gücü ve kaynakları kullanılarak yanardağdan gelen kireçli taşlarla yapılmış bir binaydı. Kiliseye devam edenlerin tüm hayıflanmalarına karşın batıdan esen şiddetli rüzgârlar kırmızı kiremitten yapılmış çatısını göklere savuracak gibiydi.
Daha sonra ev sahibimizden öğreneceğim üzere, utançla itiraf etmeliyim ki tek kelime bile anlamadığım dört dilin, yani İbranice, İngilizce, Fransızca ve Danca dillerinin hepsinin de öğretilmekte olduğu devlet okuluna vardım. Herhâlde bu küçük okuldaki kırk öğrencinin sonuncusu olurdum ve en dayanıksızların daha ilk gece havasızlıktan boğulacağı daracık odalardaki ranzalarda, onlarla beraber uyumaya bile layık görülmezdim.
Üç saat içinde sadece kasabayı değil, tüm çevreyi de keşfetmiş oldum. Yörenin genel görüntüsü oldukça hüzün vericiydi. Hiç ağaç yoktu ve neredeyse yok denecek kadar az yeşillik vardı. Her yer, volkanik hareketliliğin bir göstergesi olarak çıplak kayalıklarla kaplıydı. İzlanda’daki kulübeler, topraktan ve turbadan yapılmaydı, duvarları içeri doğru bombeleniyordu, toprağın üzerine yerleştirilmiş damlara benziyorlardı.
Fakat bu çatılar bir nevi mera oluşturuyordu, evlerin ısısı sayesinde, otlar bir dereceye kadar yeşeriyordu ve zamanı gelince dikkatlice biçiliyordu. Bu yapılmazsa atlar gelip bu yeşil meskenlerde otlayabilirdi.
Bu küçük keşif gezim esnasında, sadece birkaç insanla karşılaştım. Ana caddeye dönüşüm sırasında, insanların çoğunu başlıca geçim kaynakları olan morina balığını kuruturken, tuzlarken veya paketlerken gördüm. Erkekler dayanıklı ama hantaldı, dalgın bakışlı sarışın Almanlara benziyorlardı. Kendi türlerinden oldukça uzakta olduklarının farkındaki bu zavallı insanlar, bu buzlar ülkesinde sürgün ve kutup dairesinin hemen dışında yaşamaya mahkûmdular, aslında doğanın onları Eskimo olarak yaratması gerekirdi! Dudaklarında bir gülümsemenin belirmesini boşuna bekledim. Bazen istemsiz bir kas seğirmesinden ötürü gülüyor gibi görünseler de hiç gülümsemediler.
Bu insanlar, İskandinav dillerinde “vadmel” adı verilen siyah, yün bir kumaştan yapılma kaba bir ceket, geniş kenarlı bir şapka, kırmızı şeritli pantolon ve ayakkabı niyetine ayağın etrafına sarılan bir parça deriden oluşan kıyafetleri giyiyorlardı.
Kadınlar da en az erkekler kadar kederli ve boyun eğmiş görünmekteydi. Güzel sayılabilecek ama donuk suratları vardı. Koyu renk vadmelden yapılma elbise ve etek giyiyorlardı. Evlenmemiş olanlar örülmüş saçlarının üstüne, el örgüsü şapkalar takıyorlardı. Evliyseler başlarına, tepesine beyaz bir kumaş taktıkları renkli bir baş örtüsü bağlıyorlardı.
İyi bir yürüyüşten sonra, Bay Fridrikssen’in evine döndüm ve amcamı ev sahibimizle sohbet ederken buldum.
X. BÖLÜM
İzlandalı Âlimlerle Yapılan İlginç Sohbetler
Akşam yemeği hazırdı. Gemide yaptığı zorunlu perhizden ötürü midesi dipsiz bir kuyuya dönen Profesör Lidenbrock, tüm yemekleri iştahla mideye indirdi. Yemekte olağanüstü hiçbir yan yoktu fakat İzlandalıdan çok Danimarkalı olan ev sahibimizin konukseverliği, bana çok eski zamanların kahramanlarını hatırlattı. Sanki biz kendi evimizde onu ağırlıyorduk.
Konuşmalar yerel dilde yapıldı ve benim daha rahat dâhil olabilmem için, içine amcam tarafından biraz Almanca, Bay Fridrikssen tarafından da biraz Latince katıldı. Konuşma, iki âlim bir araya geldiğinde olacağı üzere, bilimsel meseleler üzerine dönüyordu. Fakat Profesör Lidenbrock oldukça ketum davranıyordu ve her göz göze gelişimizde söylediği her cümleyle gelecekteki projelerimiz hakkında bana sessiz kalmamı işaret ediyordu.
İlk olarak, Bay Fridrikssen amcamın kütüphanede istediğini bulup bulamadığını merak etti.
“Kütüphaneniz! Neden neredeyse bomboş olan raflarda birkaç yırtık kitaptan başka bir şey yok?”
“Aslında…” diye söz aldı Bay Fridrikssen, “Oldukça nadir ve değerli yaklaşık sekiz bin kitabımız, eski İskandinavca ile kaleme alınmış eserlerimiz ve Kopenhag’dan her sene gönderilen yeni kitaplarımız var.”
“Bu sekiz bin kitabı nerede saklıyorsunuz? Ben sadece…”
“Ah Bay Lidenbrock, kitaplar tüm ülkeye yayılmış durumda. Böylesine soğuk bir ülkede yaşayan bizler, okumayı severiz. Okumayan veya okuyamayan tek bir balıkçı, tek bir çiftçi bulamazsınız. Bizim inancımız, kitapların demir parmaklıklar arkasında küflenmesindense birçok okuyucunun ellerinde yıpranması yönündedir. Yani bu kitaplar elden ele dolaşıp tekrar tekrar okunarak, çoğu zaman bir iki yıl geçmeden raflardaki yerlerine geri dönmezler.”
“Ve
17
Lilliput, “Güliver’in Gezileri” kitabında da geçer; oldukça küçük boyuttaki insanlara verilen addır. (ç.n.)