Erewhon’a İkinci Ziyaret. Samuel Butler
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Erewhon’a İkinci Ziyaret - Samuel Butler страница 3
Aslında, babam yazdığı için sonradan pişmanlık duyduğu bazı kısımlar -ki bunlar özellikle ilginç bulduğum yerler olan ilk bölümlerdi- olduğunu söyleyerek beni tekrar tekrar okumamam için uyardı. “Ama işte!” dedi gülerek. “Ne önemi var ki?”
Ben kitabını baştan sona okumadan yanımdan ayrılmadı. Okuduktan sonra sadece göze aldığı riskleri takdir etmedim, aynı zamanda kendini ifade ettiği karakterle benim tanıdığım hâli arasında büyük bir fark olduğunu görerek çok şaşırdım.
Dönüşünden sonra, maceralarını bana detaylı bir şekilde anlattığında yaptığı şeyler hakkında söyledikleri onun hakkındaki düşüncelerimle uyuşuyordu; ama okuyucunun, ilk ve ikinci ziyareti arasındaki yirmi yılın babamı normalde beklenenden daha çok değiştirmiş olduğunu fark edeceğinden şüphem yok.
Yokluğunun ilk iki ayı boyunca ondan hep haber aldım ve bu ziyaretinde birden fazla yerde bir hafta veya on gün kadar kaldığını öğrenince şaşırdım. 26 Kasımda Erewhon’a gitmek üzere yola çıkacağı limandan mektup yazdı. Görünüşe göre sağlığı ve ruh hâli iyiydi. Daha sonra 27 Kasım 1891’de bu limana yüz pound yollanmasını istediği bir telgraf çekti.
Bu beni de Bay Cathie’yi de şaşırttı, çünkü 26 Kasım ve 27 Kasım arası Erewhon’a gidip gelmesi için çok kısa bir süreydi. Dahası eklediği “Eve geliyorum.” cümlesi oraya gitmekten vazgeçtiğini düşünmemize neden oldu.
Ayrıca bu kadar çok para istemesi de bizi şaşırttı, çünkü yanına ölmeden kısa bir süre önce anneme verdiği küçük gümüş mücevher kutusuna koyduğu yüz pound değerindeki altını almıştı. Aynı zamanda Erewhon’a varınca kendine para sağlamak amacıyla yine yüz bin pound değerinde altın külçeler almıştı.
Bu külçelerin Erewhon’da ülkedeki altın azlığından dolayı Avrupa’da edeceğinin on katı edeceğini de belirtmeliyim. Erewhon’luların madenî paraları tamamen gümüş -ki bunlardan bolca vardı ve İngiltere’deki pahasından daha fazla ediyordu- ya da bolca bulunan bakırdı; ama beş pound’luk gümüş değerinde dediğimiz Erewhon parasıyla bizim yarım altınımız alınamazdı.
Külçeleri on ayrı kahverengi çantaya koymuştu. Bunların kaçarken giymiş olduğu eski Erewhon kıyafetlerini saklayabileceği gizli bölmeleri vardı; böylece altın külçelerle dolu çantadan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyordu.
Bu yüzden soyulması olası değildi. Yukarıda bahsettiğim limandan geçiş ücreti, yola çıkmadan önce ödenmişti. Ayrıca onun gibi ucuz alışkanlıkları olan bir adamın bir ayda yüz pound harcaması imkânsız görünüyordu çünkü külçeler bir İngiliz kolonisinde hemen bozdurulabilirdi. Ancak babama parayı gönderip dönmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
Babamın eski Erewhon kıyafetine dönecek olursam, onu sadece bir anı olarak saklamıştı ve tekrar giymek isteyeceğini hiç düşünmemişti. Bunlar, krala ve kraliçeye yaptığı ziyaret sırasında ona verilen elbise değil; İngiliz montu, korse ve pantolonların yanında kalmasına izin verilmesine rağmen hapse atıldığında kendisine giymesi söylenen günlük kıyafetlerdi.
Kitabından öğrendiğime göre, bu kendi giysileri onun kraliçeye sunduğu şeylerdi (Yram’a hatıra olarak verdiği iki düğme hariç.) ve kraliçe tarafından tahta bir mankenin üzerinde sergilenerek korunuyordu.
Kaçtığında üzerinde olan elbise, annemle beraber denizdeyken kirlenmiş ve fakirlik yılları boyunca ilgilenilmemişti; babam gittiğinde kendisini sıradan bir köylü gibi göstermek istediğinden giysinin kopyalanmasındansa olabildiğince tamir edilmesinin daha iyi olacağını düşündü.
Kıyafet konusunda o kadar tedbirliydi ki İngiliz yapımı botlarının şüphe uyandırabileceği ihtimaliyle Erewhon’dan ayrılırken giydiği botları geçirdi ayaklarına.
Geri dönmek gerekirse şubat ayının başlarında bir gün, gece vakti eve ulaştı ve tek bir bakış, değiştiğini anlamama yetti. “Neler oldu?” dedim; görüntüsünden şoka girmiş bir hâlde. “Erewhon’a gittin mi? Orada sana kötü mü davrandılar?”
“Erewhon’a gittim.” dedi. “Kötü davranmadılar ama aklımı kaçıracağımdan korktum. Daha fazla soru sorma şimdi. Yarın her şeyi anlatacağım. Bırak da bir şeyler yiyeyim ve yatayım.”
Ertesi sabah kahvaltıda karşılaştığımızda beni her zamanki sıcak şefkatiyle selamladı ama hâlâ suskundu. “Kahvaltıdan sonra anlatmaya başlayacağım.” dedi. “Annen nerede? Ben ordayken o…” Sonra aniden hatırladı ve gözyaşlarına boğuldu.
İşte o zaman aklını kaybettiğini anladım ve dehşete kapıldım. Kendine geldiğinde şöyle dedi: “Hatıralar geri geldi ama şimdi bazen boşluk içinde gibiyim ve bu her geçen gün daha da artıyor. Şimdi birkaç saatliğine mantıklı olacağımı söyleyebilirim. Kahvaltıdan sonra çalışma odasına gideceğiz ve yapabilidiğim kadar uzun süre seninle konuşacağım.”
Beni ve ikimizin o an ne hissettiğimiz konusunu bırakalım.
Çalışma odasındayken şunları söyledi: “Benim canım oğlum, kalem, kâğıt al ve sana söylediklerimi not et. Bunların hepsi birbirinden kopuk gibi gelebilir; belki bir gün şunu hatırlayacağım bir gün başka bir şeyi ama her şeyi birden hatırlayacağım çok günüm olmayacak. Sana tutarlı bir sayfa yazdıramam.
Ben öldüğümde sana söylediklerimi birleştirip ve sağlıklı olsaydım benim yapacak olduğum gibi anlatabilirsin ama henüz başlama; bu, şu an değerli insanlara zarar verebilir. Şimdi not al ve hemen iyi bir şekilde düzenle anlattıklarımı, çünkü bana sorular sormak isteyebilirsin ve benim çok fazla vaktim olmayacak. Bunları yayımlamanın kimseye zarar vermeyeceğinden emin olana kadar beklet ve her şeyden önce, Erewhon’un yerine dair, güney yarım kürede olduğu dışında hiçbir şey söyleme; ki korkarım ben bunu çoktan yaptım.”
Bu talimatlara dinimmiş gibi itaat ettim. Dönüşünden birkaç gün sonra, babam birkaç kez hafıza kaybı yaşadı, oysa ben kendisini eski çevresinde bulunca hafızasının geri geleceğini umuyordum.
Bu günler boyunca maceralarını o kadar hızlı anlatıyordu ki eğer stenografi öğrenmeye bir ilgim olmasaydı onları not etmekte zorlanacaktım. Sürekli kendisini yormaması için onu uyardım ama eğer hemen anlatmazsa söylemesi gereken şeyleri bir daha söyleyemeyeceğinden korkuyordu. Bu yüzden, çok korktuğu o mutlak felci hızlandırıyor olduğunu açıkça görsem de durumu kabul etmek zorunda kaldım.
Bazen hikâyeleri sayfalar boyunca tutarsız oluyordu ve her soruyu tereddüt etmeden yanıtlıyordu; bazen ise bir oradaydı bir burada. Ona olayların sıralamasını düzgün yapmasını söyleseydim büyük ihtimalle aradaki olayları unuttuğunu söylerdi ama muhtemelen bu hatıralar sonradan aklına gelirdi ve ben de onları sıraya koyabilirdim.
Yaklaşık on gün sonra, bütün her şeyi öğrendiğime ve yanında getirdiği broşürlerin de yardımıyla birbirine bağlı tam bir hikâye çıkarabileceğime ikna oldu. “Unutma…” dedi. “Erewhon’da bulunduğum süre içinde gayet iyi olduğumu sanıyordum, beni başka bir durumdaymış gibi gösterme.”
Her şeyi söylediğinde zihnen daha rahat göründü ama bir ay geçmeden