Cehennemden Selam. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Cehennemden Selam - M. Turhan Tan страница 12
Tarik-i aliyenin özellikle Türk topraklarındaki vaziyeti üzerinde düşünmeye değerdir. Birçoğu okuma yazma bilmeyen şeyhler, asırlarca bu mübarek toprak üstünde hükümdarcasına bir hayat geçirmişlerdir.
Her tekke, tam manasıyla bir ağ idi. Onun ruhani itikatlardan dokunan ince ince telleri geniş ve amansız bir şebeke teşkil ederdi. Şeyhler, işte bu şebekenin tam ortasında oturur, doymak bilmez bir örümceğin zulmetme hırsıyla devamlı işler ve işlerdi.
Şeyhlerin dipsiz bir kuyudan daha tamahkâr, daha kanaat etmez mideleri vardı. Postlarının üstünde “el-kanaatü kenzün layüfna”, “azze men kanaa zellemen zamaa” gibi insanları tamahkârlıktan sakındıracak ve kanaat yoluna şevklendirecek levhalar asılı bulunurdu. Fakat kendileri, kara bir sülük gibi, ümmet vicdanına yapışarak halkın, bazen ırzına kadar, her şeyini emerlerdi.
Bu örümcek ağlarında, düşünme gücünden başlayarak maddi ve manevi bütün varlıklarını emdiren ve bütün günlerini, kanı emilmiş bir sinek gibi cansız ve duygusuz geçiren bedbahtlar, insaflıca düşünülürse mazur idi. Müebbet meçhulün, ölümden sonrasının her insan şuurunda yaptığı zelzele, o asırlar halkının da tabiatlarını sarsıyordu. Bu sarsıntıları dindirecek bir işaret, fen namına bir teselli maalesef yoktu. Din uleması denilen “anlayışı kıt güruh” devamlı olarak perişan edici musibetleri yâd edip duruyorlardı.
İdarenin can bezdiren zulümleriyle içi kan ağlayanlar, sığınmak, biraz teselli bulmak için Hüda’nın mabedinden başka nereye gidebilirlerdi?
Hâlbuki oralarda yalnız ve yalnız kabir korkusundan, cehennemin gazabından, yanmaktan ve yakılmaktan bahsolunuyordu. Bazen cennetten ve oradaki zevkler ve hazlardan bahsolunsa bile Sırat’ı selametle geçip Firdevs-i Âlâ’ya girmek için o kadar ağır şartlar anlatılırdı ki vaazları dinleyenlerden yüzde doksan dokuzu o saadete erebilmek ümidini, gayriihtiyari kaybederlerdi.
İşte bu ruhi vaziyette şeyhler imdada yetişirdi. Onlar, ahiretin hâllerini hiç kale almayarak özellikle dünya elemlerine sabır ve tahammül etmeyi öğretirlerdi. Vahimesi36 perişan, vicdanı mütereddit, içtimai yaşayış tarzı kederle dolu insanlar için tekkeler bir sığınak oluyordu.37
Tekkelerin aç mideleri tatmin etmeleri, yersizlere yatacak yer göstermeleri, oralarda görülen toplaşmanın ayrıca ve pek kuvvetli etkenlerinden biridir.
Mescitlerde bu hususiyet yoktu ve ulema efendiler yalnız almayı düşünüyorlardı.
Zarifler gibi, o devrin kuvvetlileri de tekkelere kapılmaktan geri kalamazlardı, çünkü bugün güçlü olan, yarın pek kolaylıkla zaaf ve zillete uğrayabilirdi. Bir el koyma fermanı, en zengin aileleri bir an içinde sefil ve zelil ederdi, aynı zamanda o vakitlerin kibar ve ileri gelenleri de tefekkür kabiliyeti ve aydınlanma kudreti itibarıyla avamdan farksızdı. En sonunda skolastik bir terbiyeden başka ortada bir şey yoktu. Bu terbiyenin en birinci semeresi ise vicdanlara batılın tahakküm etmesinden ibaretti. Hele bazı şeyhlerin, “rütbe ve makamların verilmesi”, “cezaların hafifletilmesi veya yüksek tutulması” gibi işlerde ve genel olarak hükûmet muamelelerinde nüfuz kullanabilmeleri, ileri gelenleri ve kibarı tekke kapılarına tamamen yürekten bağlardı.
Bir romanda ayrıntılarıyla anlatması uygun düşmeyen daha bir sürü toplumsal sebepler, bu örümcek ağlarını memlekette yaşatıyordu. Avam, tekkelerden benliklerine sükûn ve teselli sirayet ettiğini kuruntulardı. Bu mühim mazhariyetin bedelini ödemekte tabii olarak cimri davranmazdı. Zenginler sınıfı, bir şeyhin elini öpmekle, her şeyden evvel dindarlıktaki üstünlüklerini halka göstermiş oluyordu. Yalnız bu fayda için dahi şeyh efendiye bir cizye arz etmekte cimrilik edemezdi! İşte, hep bir yola çıkan bu düşünceler, tekkeler için bitmek tükenmek bilmeyen bir gelir kaynağı olurdu.
Şeyhlerin içinde cin fikirli olanları tabii olarak eksik değildi. O gibiler, kendi ayinlerine diğerlerinden ayrı ve yeni renkler vererek halkın rağbetini tarikatları lehine çevirmeyi ihmal etmemişlerdi.
İnsanların ruhi durumunu çok iyi bilen bu adamlar gitgide ayinleri küçük bir seyir sahnesi hâline getirmişlerdi. Bu sahnede dekor değişmez, piyes de aynı piyestir. Fakat bu düzene rağmen halkın arzusunu zapt eden etkenler eksik bırakılmamış; şehevi bükülüp eğrilmeler, gıcıklayıcı temaslar, dudak dudağa gibi vaziyetler, bazı ayinlere pervasızca dâhil edilmişti.
İsmailiye veya Batıniye namı verilen mezhebin kurucusu, müritlerine bazen uyuşturucu bir madde içirerek kendilerini uyutur ve onları uyku hâlinde, bilmedikleri ve görmedikleri bir bahçeye naklettirirdi. Latif çağlayanlar, zarif heyecanlar, gönül aldatan ağaçlar, rengin çiçekler içinde gözlerini açan dervişler, ilk önce rüya gördüklerini zannederlerdi. Fakat suların nağmesi, kuşların cıvıltısı, çiçeklerin kokusu bu seyirin rüya olmadığını kendilerine hissettirince nasıl olup da bu ruha canlılık katan yere geldiklerini hayretle düşünmeye dalarlardı. O sırada ağaçlar arasından, yarı çıplak kızlar zuhur eder ve dertli dervişlere “Burası cennet! Siz de şeyh-i ekberin misafirisiniz!” derlerdi.
Huri rolü oynayan bu kızların sözlerine inanmamak için hiçbir sebep yoktu ve abdal dervişler, hakikaten cennette bulunduklarına iman ederek vadedilen zevkleri toplamaya başlarlardı. Buse, kucaklaşma ve bir bardak Kevser!.. Hurilerin tam kavuşma anında sundukları Kevser, dervişleri uyandırmaya kâfi gelir ve dertliler, bu sefer gözlerini, şeyh-i ekberin huzurunda açarlardı. Bu müşahedeyle güya alakadar olmayan şeyh, için için güler ve o cennete bir daha gitmek iştiyakıyla artık cayır cayır yanan dervişleri dilediği yere, hatta adam öldürmeye sevk ederdi!38
Tekkelerde halkın hayvani duygularına hitap etmek, son devirlerde bilhassa artmıştı. “Bedevi topu” namı verilen garip ayin o cümledendir. Şeyh efendi, mutat tehlillerden sonra sıranın toplaşmaya geldiğini söyler söylemez müritler birbiri üzerine atılırdı. Zaten bu tarikatta, müritlerin bir kısmının ve yeteri kadarının genç olmasına özen gösterildiğinden toplaşma sırasında bir genç ve bir yaşlı derviş yan yana tesadüf eder, manzarası, dağınık bir iplik yumağını andıran bu vaziyet, yarı karanlık içinde, şeyhin ayağa kalkma işaretine kadar sürerdi.
En mühim tarikatların ayin merasimi çoğunlukla üç sahneyi içerirdi ve bu sahnelerin hepsi üç saat uzayıp giderdi. İlk sahne, dervişlerin posta kurulmuş olan şeyhe samimiyetini arz etmeleriyle başlardı. En yaşlılarından dört derviş, evvela şeyhe yaklaşır, sırasıyla onu öperlerdi. Sonra bunların ikisi sağa, ikisi sola otururdu. Diğerleri, kolları kavuşuk, başları ziyadece öne eğilmiş bir vaziyette ilerler, tarikatın kurucusunun ismi yazılı levha önünde ayrı ayrı, rükûdaymışçasına eğilirlerdi. Ellerini yüzlerine ve sakallarına götürdükten sonra, şeyhin önünde diz çökerler; elini, büyük bir saygı ile öperler ve aheste aheste salonun ortasındaki koyun postlarına doğru giderlerdi. Herkes yerini bulunca şeyh tekbir alır ve bütün dervişan şeyhe imtisal ederdi.39 Biraz sonra şeyhin yüksek sesle kelime-i tevhidi tilavet etmesi üzerine dervişler ellerini yüzlerine, göğüslerine, karınlarına ve dizlerine vurarak bir taraftan diğer tarafa sallanmaya başlarlardı.
İkinci sahne, şeyhin iki tarafında bulunan ihtiyarlardan birinin terennüm ettiği naat ile başlardı. Bu sefer dervişler, sağdan sola değil, öne ve arkaya doğru sallanarak harekete gelirlerdi;
36
Vahime: kuruntu kurma hassası. (e.n.)
37
Bakılırsa Romalıların İseviliği kabul etmelerindeki ilk sebeplerle tekkelerin şu yayılma tarzında garip bir benzerlik görünür! (y.n.)
38
Meşhur Nizaraülmülk, işte bu şeyh-i ekberin, Hasan Sabbah’ın dervişleri eliyle katlolunmuştur. Hasan, Batıniye mezhebini henüz tesise çalışırken, Melikşah ile Nizamülmülk’ü kastederek “Elimde iki fedakâr dost olsa dünyayı şu iki Türk’ün elinden kurtarırdım.” demiştir. Sonradan iki değil, yüzlerce fedakâr dost kazandı ve hakikaten de sözünü yerine getirdi! Tarikatların, Doğu’da yaptıkları türlü türlü işler arasında bu gibi cinayetler de vardır ve pek boldur. (y.n.)
39
İmtisal etmek: Uymak.