Cehennemden Selam. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Cehennemden Selam - M. Turhan Tan страница 9
“Yok, bu herif bir yiğit, namlı, bahadır ve becerikli, devlete gerekli adamdır. Bunu idama ve ortadan kaldırmaya elim varmaz. Belki bu gibileri yerinde bırakmada ve terbiyede nice fayda düşünülür. Ayrıca sadrazamlık makamı vezirlerin kıskandığı bir makam olup o makama istidadı olan taleplileri mahvetmek uygun değildir!”
Bilahare yatmak için yatak odasına çekilmişti. Kâtip Çeşmi, bir müddet yanında bulunarak Vassaf Tarihi’ni okumuş, iç oğlanlarından biri uyuyuncaya kadar dizlerini ovuşturmuştu.
Sabah ezanı okunurken, paşanın alışkanlığının tersine olarak kalkmadığını gören hademe güruhu, odasına gitmişler ve kuru bir cesetle karşılaşmışlardı.
Serdarın yaşı doksanı geçmiş olmasına rağmen bu ölüm, asker arasında hiç de tabii sayılmıyordu.
Nasuh Paşa dairesinden ordugâha doğru, kese kese sarılar akın etmeyip de iş hâle bırakılsaydı, hayli rahatsızlık verici bir vaziyet meydana gelecekti. Yeniçeri ağasının, ordu erkânını toplayarak Nasuh Paşa’yı alelacele serdar seçtirmesi, ortadaki dedikoduları söndürmüştü.
Müteveffanın cesedi tahnit olunup İstanbul’a sevk olunduktan bir gün sonra, Çeşmi Efendi, Nasuh Paşa’nın yanına gitmiş ve elini öperek serdarlığını arkadaşça tebrik etmek istemişti. Fakat paşa, üç beş gün evvelki adam değildi, tamamen değişmişti. Çeşmi’ye teşekkür etmek, iltifatta bulunmak, samimiyet göstermek şöyle dursun, “Otur!” demeye bile tenezzül etmemişti ve sadece “Yarın kethüdayı gör!” demişti.
Çeşmi, işlediği cinayetin vicdanına çöken azabından ziyade suç ortağının vaziyetinden yaralanmış olduğunu gerçi biliyordu. Fakat bu derece adiliği tasavvur etmezdi.
Şimdi kendi kendini kınayıp duruyordu. Manasız bir intikam peşinde aylarca sürüklendikten sonra “efendisini zehirleyen” bir adam mevkisine düşmüştü. Büyük dedesinin hararetli bir üslup ile tasvir ettiği “kibar eşekler” içinde böyle bir kafasızlık gösteren belki yoktu. Kuyucu’ya yutturduğu zehri eliyle hazırlayıp herifin kendisine veren Nasuh Paşa bile cinayetten sonra başkalaşmıştı.
Herifin, kendisini “kana kan, cana can” deyip de kısas yoluna göndermediği kalmıştı. Belliydi ki paşa, yüzünü görmekten memnun değildi. Belki yarın, zehirleme bedeli olarak eline birkaç kuruş verecek “Yürü, artık gözüm görmesin!” diyecekti.
Kuyucu’yu mademki bizzat katledecekti, Arnavutluk’tan çıplak baldırla İstanbul’a gelip de paşalığa yükselen bu sütü bozuk herife açılmanın, onu serdarlığa kadar yükseltmenin ne lüzumu vardı? Oh, şu kuru kafa parçalanmaya layıktı, ne çare ki onu parçalamakla ortadaki kanlı ve katmerli hata düzelemeyecekti.
Katil Çeşmi, bu düşünceler içinde Diyarbakır’ın eğri büğrü, dar ve karanlık sokaklarını irade dışı adımlarla dolaşıyordu. Birdenbire gözlerinin önünde bir manzara canlandı:
Kuyucu Paşa uzanmış yatıyor, gözleri yarı açıktır. Sanki yarım bakış ile bir asırlık ömrünün muhasebe defterini inceliyor. Saçtan tamamıyla temizlenmiş başında beyaz bir takke var. Çehresi ölüyü andırıyor, o kadar renksiz ve zayıf. Beyaz ve seyrek tellerle örtülü çenesinin altında bir çocuk yumruğu kadar sivri bir kemik, gırtlak kemiği görünüyordu. Boynunun koyu esmer derisi pörsümüş, sükûnet hâlindeki bir hindi ibiği gibi katmer katmer sarkmıştı. Ara sıra hareket etmese diriliğine inanılamayacak şu zayıf, şu bir çürük tahtaya benzeyen vücudun, elli milyonluk bir kitleyi yalnız ismiyle ürkütmüş bir şahsiyet olduğuna zerre kadar ihtimal verilemezdi. Yetmiş iki buçuk milletin teşkil ettiği muazzam bir yekûn, elli milyon gibi müthiş bir rakam, bu zayıf adamın nazarında alelade bir sefer gibi hafif ve kıymetsiz oluyordu. Koca koca kıtaları dolduran küme küme insanlar, bu otuz kilo sıkletinde bile olmayan adamın ismi önünde derin bir korkuyla eğiliyordu.
Bu sonsuz kudret, bu zayıf vücudun neresine sığıyordu? İçtimai teşekküllerin izafi kuvvetleri de taalluk ettikleri vücut da aynıyla ruh dediğimiz meçhulü andırıyordu: Varlığı eserleriyle görünen, fakat kendisi görünmeyen bir şey!..
Bir aralık Kuyucu, sekerat anında bir yudum su isteyen dermansız bir hasta gibi, “Bal!..” demişti. Çeşmi, hemen elindeki kitabı bırakarak yanındaki küçük hücreye gitmiş ve küçük bir bal mumunun hafif alevi altında elleri titreye titreye bal hokkasına sarı renkte bir sıvı karıştırmıştı.
Bu zehirli hokkadan üç çorba kaşığı kadar bal alarak birbiri ardınca paşaya verirken yere düşecek gibi bir hâle gelmişti. Âdeta Kuyucu’nun, mezarından kalkan bir ölü gibi, yattığı yerden kalkarak yakasından tutacağını ve yüzüne tüküre tüküre altı ay evvel Kör Mahmut’a yaptığı gibi, boğazını hınç ile sıkacağını zannetmişti. Hatta bir an boğazında bir baskı bile duydu. Fakat bu baskı, derisine dıştan değil, hançeresinden geliyordu. Sanki içinde ansızın harekete gelen bir el, göğsünü tırmalaya tırmalaya yüzüne çıkıyor ve orada yumruklaşıyordu.
Kuyucu Paşa, üç kaşık balı vaziyetini bozmadan, yattığı yerde almıştı. Üçüncü kaşığı yer yemez, gözünü hafifçe açmış ve Çeşmi’ye bakmıştı. Belki, “Kâfi!” demek istiyordu o bakış, katilin ta ruhunda bir alev parlatmıştı. Bilhassa şimdi, ne kadar manalaşıyordu.
Çeşmi’ye öyle geliyordu ki, mezarında ve hatta mahşerde bile Kuyucu’nun o son bakışı kendisinden ayrılmayacak ve onun ruhunda tutuşturduğu kıvılcım, ebediyette de sönmeyecektir.
Kuyucu’nun işaret edip izin vermesiyle, kendisi ve diz ovuşturan oğlan odadan çıktıktan sonra, paşa sabaha kadar uyumamış, kendi odasında başını eline alarak düşünmüştü. Bu düşünce, belirli istikametlere yönelik değildi, bir fikir perişanlığından ibaretti:
“Paşa ölmüş!” sayhalarıyla nakibin konağı, zelzeleye uğrayan çardak gibi zangır zangır titremeye başladığı zaman gayriihtiyari dışarı fırlamıştı. İlk hatırına gelen şey, intizamsız bir velvele içinde çalkalanan konaktan savuşmaktı. Sonradan, katlettiğini görmek için benliklerinde tahammül edilemez bir çekim duyan her katil gibi, o da Kuyucu’nun odasına gitmişti.
Paşa, dört saat evvelki hâlini muhafaza ediyor, yalnız yüzü biraz daha süzülmüş görünüyordu. Sakalında garip bir kıvrılma vardı. Beyaz beyaz kıllar, ateşe gösterilen iplikler gibi garip bir şekilde bükülmüştü.
Çeşmi, harp ve darba alışkın her sipahi gibi, kana ve ölüme kanıksamışlardandı. Fakat sevdalısına kavuşmak için nikâhlısına zehir veren kadınlar gibi, gecelerin himayesine sığınarak adamı zehirlemek karakterine çok ağır gelmişti.
Kuyucu’nun cesedine bakarken kendisini âdeta kan tutacaktı.
Kulağında bir ses uğulduyor, mütemadiyen “Haydi durma, işi senin yaptığını söyle!” diyordu. Görünmez bir el de sanki kendisini bu itiraf için haşince ileriye itekliyordu.
Cesedin başından uzaklaştıktan sonradır ki aklı başına gelmişti. Binlerce ve binlerce adam boğmuş olan bir insafsızın elinden memleketi kurtarmak, aslında fena bir hareket değildi! Nasuh Paşa gibi koca bir vezir, işte, bu işte kendisine ortak olmuştu. Eğer bir vebal, bir günah varsa