Cehennemden Selam. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Cehennemden Selam - M. Turhan Tan страница 6
Kuyucu Paşa, bu parçalanan taş altındaki ölünün çok yüksek meslektaşı olduğunu bilmezdi. Kan o zaman onun için meçhuldü. Bugün bile Anibal, o gayesiz kurşunların elemsiz yaralarını taşıyarak, unutulmuş ve hakir görülmüş, aynı yerde yatıyor! İstanbul’a gelen sayısız seyyah kafilelerinden bir zümre değil, bir fert bile cihan tarihinin bulanık sayfasını ziyarete tenezzül etmiyor! Çemberlitaş’ın çıplak endamında tefekküre ve maziyi hatırlamaya vesile olacak bir hayli mana gören kadirbilir gözden bir tanesi, meşhur Anibal’ın meçhul mezarı üzerinde bir saniye durmaya lüzum görmüyor!
Yirminci asrın şu kayıtsızlığı düşünülünce, Kuyucu’nun o mezar tarumarı ile alakadar olmaması hiç de ayıplanamaz. Zaten Kuyucu, ölülerle meşgul olacak vaziyette değildi. O, bilakis dirilerden ölüler vücuda getirmekle iştigal ediyordu.
Bu ihtiyar ve hunhar adam, sabahtan akşama kadar adam öldürme ile vakit geçirir ve geceleri pek geç vakit, uyumak için uzanırdı. Altında bir Bursa ihramı, üstünde ya bir şal ya bir yamçı olduğu hâlde genellikle iki saat uyku kestirirdi.
Yegâne zevki, uykusu gelinceye kadar dizlerinin bir genç çocuk tarafından ovulması ve diğer bir adamın da baş ucunda oturarak yavaş sesle Vassaf Tarihi’ni okuması idi.
Bazen dizleri ovuşturulurken hafif bir heyecan, mahiyeti belirsiz bir ihtiras ile sarsılır ve bu sarsıntıdan derin bir haz duyarak gözlerinde garip bir parıltı ile hizmetkârlarının yanaklarını okşardı!..
Ordu Ilgın menziline gelmişti ki İstanbul yolundan atını dörtnala koşturan bir süvari gözükmüş ve doğruca serdarın otağı önünde durarak atından inmişti. Dergâh-ı Ali21 kapıcıbaşılarından olduğu anlaşılan bu süvari, başındaki makrameyi çıkarıp üsküfünü giymeye lüzum görmeden alelacele serdarın huzuruna çıkmıştı. Hünkârın mahrem bir mektubunu taşımak, onu merasime riayetsizliğe sevk ediyordu.
Kuyucu, verilen mektubu öpüp başına koyduktan sonra yanına bırakmış ve kapıcıbaşıyı ağalarından birinin çadırına misafir göndermişti.
O sırada devletin umumi idaresi gelişigüzel elinde tutan ihtiyar vezirin okuyup yazması yoktu. Zahiren belli etmemekle beraber, böyle acilen gönderilen mektubun ne gibi şeylerden bahsettiğini öğrenmek için kalben büyük bir merak hissediyordu. Kapıcıbaşıyı yolladıktan sonra el çırparak bağırdı:
“Çağırın Çeşmi’yi!”
İki dakika geçer geçmez Çeşmi, bizim Kör Mahmut’un babalığı, serdarın önünde boyun kırmıştı. Kuyucu Paşa, yanındaki mektubu eline alarak Çeşmi’ye uzattı ve “Name-i hümayun!” dedi. “Oku, bakalım.”
Hünkârın bizzat yazdığı bu kâğıt, tarihçe meşhur olduğu üzere, okunmaz bir şekilde idi. Noktaları tamamen silinmiş olan kelimeler birbiri üstüne yığılmış, satırlar birbirine karışmıştı.
Birinci Ahmet’in yazısını okumak, hiyeroglifleri, alfabesini bilmeden okuyuvermekten daha müşkül idi. Gelgelelim Çeşmi, hayli zahmet çektikten sonra bu uğursuz yazıyı kısmen okumuştu. Hele mektuba ilişik olan diğer bir varakanın delaletiyle hünkârın ne demek istediğini pekâlâ anlamıştı.
Birinci Ahmet, Kuyucu Paşa’ya hafiyelik ediyor ve eliyle yazdığı jurnale bir de vesika rabtetmek ihtiyatlığını gösteriyordu.
Şimdi Çeşmi, derin bir huşu içinde anlatıyordu:
“Saadetlü hünkâr, saadetlü efendime dualar ediyor, ‘Kılıcın daima keskin, yüzün iki dünyada ak olsun, ekmeğim sana helaldir!’ diyor. Diyarbakır’da Nasuh Paşa, bir mektup yazıp mührün kendisine ihsanını rica etmiş, karşılığında da kırk bin altın vereceğini bildirmiş. Saadetlü hünkâr onun rikasını22 birlikte gönderiyor ve ‘Bildiğini yap lalacığım!’ buyuruyor!”
İhtiyar serdar, Çeşmi’yi dikkatle dinledi ve mektupları elinden aldıktan sonra “Haydi, yerine git.” dedi. “Bu gece beni görmemiş ol, okuduğunu da unut!”
Kuyucu’nun imrahoruna kâtip olarak bir müddet evvel daireye giren Çeşmi, pek az zaman içinde sır kâtipliğine tayin olunmuştu. Resmî haberleşmeleri her zamanki gibi “Tezkireci” Efendi idare ediyor; mahrem evrakı, Çeşmi Efendi yazıyordu. Artık haysiyetli bir çelebi olmuştu. Kendine mahsus çadıra gelince, mahut civeleği orada buldu. Çocuk seferî kıyafette idi. Melun, don ve entari yerine siyah sıkmalar giymiş, gözlerini serpuşunun altına gizlemiş, beline de bir hançer geçirmişti! Çeşmi girer girmez “Hayrola ağabey?” demişti. “İstanbul’dan mühim bir haber mi var?”
Çeşmi “Hayır!..” dedi. “Fakat sana bir iş düştü. Baldırıkısa’nın hatırı için biraz da benim işimi yapacaksın.”
Kör Mahmut’un babalığıyla Baldırıkısa’nın sevgilisi baş başa uzun müddet görüşmüşlerdi. Çeşmi, ne dediyse demiş, genç çocuğu ikna etmişti. Civelek sabahın ilk saatlerinde bir “ulak” kıyafetinde Diyarbakır’a gidecek, Çeşmi’nin imzasız bir mektubunu Vali Nasuh Paşa’ya verecekti. Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu.
Pek aşikâr idi ki Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin mühür için hünkâra müracaatını affetmeyecekti. Şimdiden valiyi haberdar etmek, Kuyucu ile onun arasında cereyan edecek çekişmede, vali lehine mühim bir bayram olacaktı. Eğer vali, herkesçe bilindiği üzere, zeki ve cesur bir adam ise kendisini tehdit eden tehlikeye karşı elbette lakayt kalamayacaktı. Zaten Çeşmi, Kuyucu’nun müthiş bir gazap feveranı hâlinde bulunduğunu ve ilk telaki anında tamiri imkânsız bir hata etmesinin katiyen muhtemel olduğunu açıkça yazmıştı. Tabiidir ki Nasuh Paşa, göz göre göre kendisini katlettirmemeye savaşacaktı. İki vezir arasındaki mücadele, “letaif-ül hiyel”le23 iyi idare olunursa Kuyucu’nun mağlup olması ihtimali galip idi. O vakit, Göksün Yaylası’ndaki cinayetin intikamı alınmış ve aynı zamanda şeref ve zevk de temin olunmuş olacaktı.
Baldırıkısa’nın sevgilisi, meçhul bir maceraya atılmak duygusunun asaba verdiği heyecan arasında seher vakti böyle çıkmıştı. Her menzilde at değiştirme salahiyetini bildiren bir “veziriazam buyrultusu” koynunda, Çeşmi’nin Nasuh Paşa’ya hitaben yazdığı kâğıt da çakşırının ucunda idi.
Mesafeleri, devlet kuvvetiyle, sanki kısalta kısalta katetmeye memur bir ulak gibi zahmetsizce menzilden menzile yorulmaksızın ve dinlenmeksizin koşan bu gencin, daha üç ay evvel bir odada yedi sipahiye sakilik eden bir civelek olduğunu kimse tahmin edemezdi. O gün, bir kadın duygusuyla âşığına yanaklarını uzatan çocuk, bugün çok büyük bir rol üstlenmiş bulunuyordu.
Hayatın felsefesinin en büyük istihzası işte buradadır. Her büyük şahsiyet ve her muhteşem eser, tıpkı bir ehram gibidir. Herkes o ihtişamlı abidenin karşısında derin bir hayret ve belki hürmet hisseder.
Müverrihler,
20
Endaht: Silah boşaltmak. (e.n.)
21
Dergâh-ı Ali: Padişah kapısı. Yüksek dergâh. (e.n.)
22
Rika: Üzerine yazı yazılan kâğıt ve deri parçaları. (e.n.)
23
Letaif-ül hiyel: Kurnazca oyunlar, hileler. (e.n.)