Boğulmamak İçin. Джордж Оруэлл
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Boğulmamak İçin - Джордж Оруэлл страница 9
Savaştan önce ve sonra Aşağı Binfield liberal bir seçim bölgesiydi. Savaş sırasında Muhafazakârların kazandığı bir ara seçim oldu. Yaşım mevzuyu tam kavrayacak kadar büyük değildi, tek bildiğim mavi flamaları kırmızılardan daha çok sevdiğim için bir Liberaldim ve bunu da özellikle George’un önündeki kaldırıma burnunun üstüne düşen sarhoş adam sayesinde hatırlıyorum. O anki genel heyecanın arasında kimse onu fark etmedi ve adamcağız orada güneşin altında, sağında solunda kanlar kuruyup morarana kadar saatlerce kaldı. 1906 seçimleri geldiğinde, meseleyi az çok anlayacak kadar büyümüştüm, bu sefer Liberaldim çünkü diğer herkes öyleydi. İnsanlar Muhafazakâr adayı yarım mil kadar kovalayıp onu su mercimeği dolu bir gölete attı. O günlerde herkes politikayı çok ciddiye alırdı. Seçimden haftalar önce çürük yumurtaları depolamaya başlarlardı.
Ben çok küçükken, Boer Savaşı patlak verdiğinde, Baba ve Ezekiel amca arasında olan büyük tartışmayı hatırlıyorum. Ezekiel amca ana caddenin ara sokaklarından birinde küçük bir çizme dükkânına sahipti, bir süre de dikim yaptı. Küçük bir işti bu ve gitgide küçülüyordu ama bu Ezekiel amca için çok önemli değildi çünkü evli değildi. Babamın üvey kardeşiydi ve ondan bayağı büyüktü, en az yirmi yaş ve onu tanıdığım sürece, neredeyse bir on beş yıl kadar hep aynı görünüyordu. Yakışıklı, yaşlı bir adamdı; oldukça uzun, beyaz saçları ve gördüğüm en beyaz bıyıklara sahipti, deve dikeni kadar beyaz. Kendine has bir şekilde deri önlüğünü tokatlar ve çok dik dururdu, fazla eğilmekten kaynaklanan bir tepkiydi herhâlde bu, sonra sonunda bir tür hayaletimsi bir kıkırdamayla fikirlerini doğrudan yüzünüze haykırırdı. O, gerçek bir on dokuzuncu yüzyıl liberaliydi, sadece Gladstone’un 78’de ne dediğini sormakla kalmayıp yanıtı da söyleyebilecek türden ve Aşağı Binfield’de savaş süresince baştan sona aynı fikirlere bağlı kalan çok az insandan biriydi. Sürekli Joe Chamberlain’i ve “Park Lane ayaktakımı” olarak bahsettiği bazı insan çetelerini suçlardı. Onu şu an babamla tartışırken duyabiliyorum; “Onlar ve uzaktaki İmparatorlukları! Bana onları anlatma. Ha-ha-ha!” Sonra babamın sesi, sessiz, kaygılı, vicdanlı bir ses ona beyaz adamın vazifesini ve Boerlerin bugünlerde utanç verici şekilde muamele ettiği zavallı siyahlara karşı görevlerini hatırlatırdı. Ezekiel amcanın babama Boer yanlısı ve küçük İngiltereli olduğunu söyledikten sonra yaklaşık bir hafta boyunca pek konuşmadılar. Vahşet hikâyeleri başladığında başka bir tartışma yaşadılar. Duyduğu hikâyeler babamı çok endişelendirmişti ve bu konuyu Ezekiel amca ile konuşmak istiyordu. Küçük İngiliz olsun veya olmasınlar, kesinlikle bu Boercilerin bebekleri havaya fırlatıp süngüleriyle yakalamalarını doğru bulamazdı, bunlar altı üstü siyahi bebekler olsalar bile. Ama Ezekiel amca ancak kahkahalar atardı. Babam her şeyi yanlış anlamıştı. Bebekleri fırlatanlar Boerler değil İngiliz askeriydi! Göstermek için sürekli beni kolumdan tutuyordu, ben daha ancak beş yaşlarındayım; “Havaya atıp kurbağa gibi şişlemek diyorum sana! Aynı benim bu ufaklığı fırlatmam gibi!” Sonra beni alır havaya fırlatır, bense o esnada havada uçtuğum ve bir süngünün ucuna düştüğümün canlı resmini hayal ederdim. Babam Ezekiel amcadan oldukça farklıydı. Dedelerim hakkında pek fazla bilgim yok, ben doğmadan ölmüşlerdi, tek bildiğim büyükbabamın bir ayakkabıcı olduğu ve ilerleyen yaşlarında bir tohumcunun dul eşiyle evlendiğiydi ki zaten biz de dükkâna bu şekilde sahip olmuştuk. Babama pek yakışmayan bir işti ama işi en ince ayrıntısına kadar biliyordu ve sürekli çalışıyordu. Pazar günleri ve çok nadiren hafta içi akşamları dışında onu ellerinin arkasında, yüz hatlarında ve saçından geriye kalan yerlerine un bulaşmamış hâlde hiç hatırlamıyorum. Otuzlu yaşlarında evlenmiş ve ben onu kırklarında hatırlıyorum. Minyon bir adamdı, kır saçlı, sessiz, ufak tefek bir adam. Her zaman gömlek kollu ve beyaz önlüklüydü ve dükkândaki un yüzünden üstü başı hep tozlu görünürdü. Yuvarlak bir kafası, küt bir burnu, oldukça gür bir bıyığı, gözlükleri ve tereyağı renginde saçları vardı, benimkiyle aynı renkti ama çoğu dökülmüştü ve hep tozluydu. Büyükbabam vefat eden tohumcunun dul eşiyle evlenerek durumu düzeltmişti ve babamı çiftçi ve tüccar çocuklarının okuduğu Walton Gramer okulunda okutmuştu. Amcamsa hiç okula gitmeyip okuma yazmayı kendi kendine işten arta kalan zamanlarda mum ışığında öğrendiğini anlatır durur, sürekli bununla övünürdü. Ama babamdan çok daha hızlı zekâlı bir adamdı, herkesle tartışabilir, Carlyle veya Spencer’dan uzun uzun alıntılar yapabilirdi. Babamın zihni yavaş çalışıyordu, onun tabiriyle asla “okul eğitimine” alışmamıştı ve İngilizcesi hiç iyi değildi. Dinlendiği tek zaman olan pazar akşamları, salondaki şöminenin yanına yerleşir, “okuma saati” dediği süreyi pazar gazetesini okuyarak geçirirdi. En sevdiği gazete The People’dı, annemse Dünya Haberlerini tercih ederdi çünkü onda daha fazla cinayet haberi vardı. Onları şu an hatırlayabiliyorum. Bir pazar öğleden sonra, mevsim yaz, tabii ki her zaman yazdı, havada uçuşan domuz eti ve yeşillik kokusu, annem şöminenin bir tarafında son cinayeti okuyor ama ağzı açık, yavaş yavaş uykuya dalıyor, diğer yandan terlikleri ve gözlükleriyle babam gözlerini bahçelerde dolaştırıyor. Yazın o yumuşak dokusu her tarafı sarmış; penceredeki sardunya, bir yerlerde bir sığırcık soğanı ve B.O.P. ile masanın altında ben, masa örtüsü çadırmış gibi davranıyorum. Sonra, çay içerken babam bir yandan turp ve taze soğan çiğner, okuduğu şeyler hakkında düşünceli bir şekilde konuşurdu. Yangınlar, batan gemiler ve yüksek sosyetedeki skandallar, yeni uçan makineler ve Kızıldeniz’de bir balina tarafından yutulan ve üç gün sonra canlı bulunan ama balinanın mide suyuyla beyazlaşan adam. (Bu adamın hâlâ pazar gazetelerinde üç yılda bir ortaya çıktığını fark ediyorum.) Babam her zaman bu hikâyeye ve yeni uçan makinelere biraz şüpheyle yaklaşırdı, yoksa okuduğu her şeye inanırdı. 1909’a kadar Aşağı Binfield’de kimse insanların uçmayı öğreneceğine inanmıyordu. Resmî doktrin şuydu: Tanrı bizim uçmamızı isteseydi, bize kanat verirdi. Ezekiel amca, Tanrı bizim arabaya binmemizi isteseydi, bize tekerlekler verirdi cevabını vermeden edemezdi ancak o bile yeni uçan makinelere inanmazdı.
Sadece pazar öğleden sonraları ve belki de haftada bir akşam George’a uğrardı babam, kalan tüm zamanlarda çalışırdı. Aslında yapacak çok şey yoktu ama o her zaman meşguldü, ya bahçenin arkasındaki çatı katında çuval ve balyalarla ya da dükkândaki tezgâhın arkasındaki küçük tozlu delikle uğraşır, kütük bir kalemle deftere hesap