Çengi. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çengi - Ахмет Мидхат страница 2
İKİNCİ BÖLÜM
İstanbul’da tasavvur ve teşkil ettiğimiz Don Kişot’un ismi, Don Kişot değil, Daniş Çelebi’dir.
Bu kişi, Saliha Molla isminde bir kadının oğludur. Kendisini size güzelce tanıtabilmek için öncelikle annesi Saliha Molla hakkında biraz bilgi vermeliyiz. Saliha Molla’nın asıl Anadolu halkından olduğu, lisanında hâlâ baki kalan Anadolu şivesinden anlaşılır. Kendisi pek çok zamandan beri İstanbul’a gelmiştir. İsminin Saliha olduğuna bakıp da kadını dindar ve ahlak sahibinden olmak üzere kabulde acele etmeyiniz. Pek çok bilgili bir kadındı. Bilgisi sayesinde gerçi birtakım aileler arasında ibadet ve din konusunu anlatmaya çalışmış idiyse de birçok ailenin de ocağına incir ağacı dikmişti.
Hikâyemiz, bu zamana mahsus bir hikâye olmayıp bundan on beş yirmi sene önceye dayanan bir vaka olmasıyla bugünkü günde bile memleketimizde efsuna, tılsıma filana edilen rağbetin derecesi ile bundan yirmi sene kadar önceki rağbetin derecesi de anlaşılabilir.
Hâlbuki Saliha Molla, İstanbul’a yirmi sene öncesinden daha yirmi, yirmi beş sene kadar öncesinde gelmiş ve bilgisi sayesinde pek büyük, ama gerçekten pek büyük ailelere öncülük etmişti.
Bu yolda kazandığı serveti pek abartılı haber verirler. Hatta servetinin fazlalığından kadının Ayastefanos taraflarında bir define bulduğunu da kuvvetli bir zanla rivayet ederler. Bu zannın gerçek olup olmadığını bilemeyiz. Şu kadar var ki, o konuda verilen izahlara vaktiyle inanılmış olduğundan dolayı bunu tekrara lüzum görürüz.
Derler ki: Kibardan bir şahsın kızını cinler etkisi altına almış. Okutup tedavi etmek üzere Saliha Molla’ya getirmişler. Kadın, hangi efsunu okuduysa okuyarak kızı büyülemiş olan cini, zincire vurulmuş olduğu hâlde huzuruna getirmiş. Cin, kızı her ne kadar kurtaracağını vaat ile kendi kurtuluşunu da rica etmiş ise de Saliha Molla, buna razı olmamış. Bu cini de bir sürahi içine koyduktan ve ağzını lehimledikten sonra denizin dibine atmaya kalkışmış. Cin o kadar yalvarıp yakararak: “Aman! Gel bana kıyma sana bir define yeri haber vereyim.” demesiyle, Saliha Molla da buna razı olarak Ayastefanos’ta olan bir yerde cinden bir define yeri haber almış. Gerçi, cin bu definenin daimi bekçisinin kim olduğunu haber verememiş ise de Saliha Molla bunu büyü gücüyle keşfedebileceğini söyleyerek ve yakaladığı cini de serbest bırakarak malum hazine yerini de satın almış. Sonra bir Hıdırellez4 gecesi malum yere un eleğiyle kül eleyip o gece bu küllük üzerinde gezen hayvanın izine dikkat etmiş. Köpek izi olduğunu görünce orada bir köpek keserek define de bu şekilde keşfedilmiş.
Ne dediniz? Böyle bir fıkraya o zamanlar inanılmış olduğuna hayret mi ettiniz? Biz ise sizin hayretinize hayret ederiz. Bugünkü günde bile bu gibi efsunlara, tılsımlara inananlarımız yüzde seksen nispetinden fazladır. Yalnız bizde değil Avrupa’da da öyledir. Yalnız normal vatandaşlarda değil; bu inanç yüksek zümrede de vardır. Rivayet ederler ki, Büyük Napolyon bir falcı çingene karısına fal açtırmış ve kendi ecelinin kurşundan, kılıçtan ve toptan olmayıp rahat döşeğinde vefat edeceğine dair kadından aldığı cevaba cidden inanmış. İnsanlar bu gibi batıl şeylere pek kolay inandıkları hâlde, inandıkları kadar kolay kolay bu inançlarını da bozamazlar.
Daniş Çelebi, işbu Saliha Hanım’ın Anadolu’dan kundakta olarak getirdiği şu bu dünya memleketinde bir tek oğludur. Şu hâlde biz haber vermeksizin siz anlayabilirsiniz ki bu çocuk tılsım, efsun, sihir, cin ve şeytan sözlerini daha beşikte ve ninni arasında annesinden işitmeye başlamıştır.
Ya biraz büyüyüp de hitap ve cevaba iktidar kazandığı zaman işittiği cin ve peri hikâyeleri? Özellikle ki Saliha Hanım’ın hanesi başka hanelere de kıyas kabul etmez. Orası âdeta sihir ve efsun pazarı, cin ve peri karargâhıdır. Evinde misafir bulunduğu zaman çocuk dışarı çıkmak istedikçe, misafirlere bir gösteriş olmak için annesi, “Aman oğlum! Destur diye çık. Zira her taraf cinlerle, perilerle dolmuştur. Sofanın hangi tarafına iğne atsan yere düşmez. Şayet birisini incitirsen sonra fenalığını çekersin.” derdi ki, çocuk bu sözleri hep sonuna kadar dinlerdi.
İşte ilk terbiyeyi bu şekilde alan Daniş Bey, on iki, on üç yaşına vardığı hâlde gündüzleri sokak kapısından ve geceleri de oda kapısından dışarıya çıkamazdı. Daima annesinin kendi boğazına taktığı kopyaları ve okuduğu efsunları esenliğin tam kendisi bilirdi. Bir gün, nasılsa sokak kapısının önünde oynamakta olduğu hâlde bir at sürücüsü geçerken çocuğa şaka yollu “Gel beyim! Seni ata bindireyim.” demesinden Da-niş pek fena hâlde korkarak evine ve annesi yanına can atmış ve “Aman anacığım! Kim bilir cinlerden hangi cindir? Ya da perilerden hangi peridir? Kısacası, mutlaka insan olmayan birisi beni ata bindirmek istedi. O saatte anladım ki ben, o ata bindiğim gibi at havalanacak ve beni Kaf Dağı’nın arkasına atacaktır. Hani ya sen hikâyede böyle söylemedin miydi? O hikâye benim kulağımda küpe olup kalmıştı. İşte o hikâye üzerine herifin sözüne kulak vermeyip kaçtım.” demiş ve şu saf inanç ile validesinden bir de büyük aferin almıştır.
Saliha Molla, oğlu Daniş Bey’i kendi evinde kendi kendisine okutup, bayağı okuryazar ve okuduğunu anlayıp yazdığını anlatır bir dereceye vardırmıştır. Fakat ne fayda ki çocuğun eline geçen kitaplar Hamzaname, Elfü’l-Leyl, Muhayyelât-ı Aziz Efendi ve Ebu Ali Sina gibi hep sihir ve simya ilmi ile cin ve perilerin garip hikâyelerinden olmalarıyla bunlar da Daniş Çelebi’nin vehim ve inancına kuvvet vermekten geri kalmamışlardır. Özetle yirmi yaşından sonra Daniş Çelebi, öyle bir hâle geldi ki yanında birisi dişlerini gıcırdatarak acayip bir ses ile homurdanarak, “Ben filan cinim!” diye haber verecek olsa, derhâl inanır, korkusundan beti benzi kireç kesilirdi.
Bundan daha garip olmak üzere, şunu da haber verelim ki:
Böyle yirmi yaşında olan delikanlıların bazı hayalî ve garip inançlara sahip olmaları genel bir şeydir. Fakat her delikanlının kendi hayallerini, içinde bulunduğu terbiye, almış olduğu fikir ve inanç dâhilinde yürütmesi tabiidir. Dolayısıyla Daniş Çelebi, büyük bir zevk olmak üzere cin ve peri kızları hikâyelerinden başka bir şeyi bilmemesi ve bunların zevk âlemi içinde büyümesi belli bir müddet sonra bunların içinde âdeta boğulur hâle gelmişti. Bazı kere ve hatta çok zamanlar bu şüphe ve hayallerine gerçek vücut vererek kendisini o anda cin ve peri kızları içinde bulur sanırdı.
Derecesi âdeta cinnete yaklaşan şu hâl içinde zaman geçtikçe cinnet hastalığının şiddeti de arttığından, annesi Saliha Hanım fikren ve vesvese ile bir ilaç yerine geçecek bir tedbir aramaya mecbur oldu ve o tedbiri şu şekilde buldu ki:
Bir gün Yeni Cami avlusuna gidip, otuz paralık bir bakır mühür üzerine bir “Süleyman mührü” resmettirdi ve bunu oğluna getirip “Oğlum Daniş! Hani ya sana Muhayyelât-ı Aziz Efendi’den Şehzade Asil’in hikâyesini okutmadım mıydı? Hani ya o hikâyede şehzade bir hazine içinde “Süleyman mührünü” bulmuştu da o mührün sayesinde korunmakla bütün cinlere, perilere galip gelmişti. Aklına geliyor ya? İşte oğlum, o Süleyman mührü budur. Bunu al, daima üzerinden ayırma ve bu senin üzerinde bulundukça cinden, periden asla korkma. Hepsi sana hizmetkâr olurlar.” diye Daniş Çelebi’ye vermişti.
Gerçi bu hile Daniş Çelebi’nin cesaretini arttırmaya
4
Hızır ve İlyas peygamberlerin her yıl buluştuklarına inanılan 6 Mayıs günü. (e.n.)