Ölüler Yaşıyor mu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ölüler Yaşıyor mu? - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 4
Dışarıdan bir kadın sesi:
“Benim.”
“Anne, sen misin?”
“Benim canım… aç…”
Turhan anahtarı çevirerek kapıyı açtı.
Yaşlı ama enine boyuna; eski güzelliğini kaş ve gözlerinde mihrabını, davranışlarında hanımefendilik vakarını koruyan levent gibi bir kadın, içeriye girdi. Oğullarının yüzlerine ilk bakışlarında şefkatle karışık bir azarlayışla:
“Nedir gene betiniz benziniz uçmuş? Hâlâ uyumadınız mı? Yıldırımdan belki korkmuşsunuzdur diye geldim. Galiba yakınlardan bir yere düştü.”
Kafalarında hâlâ vuruşların bilmecesiyle meşgul olan çocuklar, birer hafif gülümsemeden başka bir cevap vermediler.
Bu sırada gene oda kapısı açıldı. Hanımefendinin erkek kardeşi ve çocukların dayıları Talat Bey gecelik kılığıyla gözüktü.
Hanımefendi: “Ağabey, siz de mi uyuyamadınız?”
Talat Bey: “Nasıl uyunur efendim böyle gecede. O ne sıcak, o ne sıkıntı, o ne durgunluktu… Sinirlerim gerildi, gerildi… Sonunda yıldırımla birlikte patladı sandım.”
Hanımefendi oğullarını göstererek: “Baksanıza bunlara, ne kadar korkmuşlar. Yüzleri kireç kesilmiş.”
Dayı bey sırtından kayan hafif pike hırkayı omuzlarına doğru çekerek ortadaki masanın üzerine eğildi. Orada gördüğü kitabın adını okuduktan sonra kız kardeşine döndü:
“Hanımefendi, oğullarınızın okudukları bu kitabın içinde yıldırımdan daha dehşetli şeyler var.”
“Ne diyorsunuz ağabey?”
“Gerçeği söylüyorum.”
“Böyle korkunç şeyleri niçin okuyup da kaçık benizle titreşiyorlar?”
“Niçin mi? Bu hâl şimdiki gençliğin psikolojisi olduğu için?”
“Ne demek? Pek anlayamıyorum.”
“Anlatayım. Siz oğullarınızı sporcu, akrobat, atlet, boksör, serüven ve garabet düşkünü, ün kazanmak için tehlike ve ölüm arkasından koşan şimdiki gençliğin fırtınasından korumak kaygısıyla alargaya tutmaya uğraşıyorsunuz. Ama boşuna. Modernisme denilen bugünün havası bu garipliklerle, bu heyecan avcılığıyla dolu. Uzaktan yakından bu havayı soluyan her genç ruhunda bir kaynama duyuyor. Eğlence ve sanatın eski ılımlı biçimleriyle artık oyalanamıyor. Ya yedi kat göklere yükselerek düşme tehlikeleriyle titremeli ya da altındaki hayvana engel atlatırken tepe aşağı dikilmeli. Veya futbol topunun arkasından dört metre havaya uçmalı. On beş metrelik yar atlamalı. Kısacası, yaptığı hüneri beceremeyince sağ kalmamalı. Bu ölüm aşkı onlara savaşın bıraktığı bir yadigârdır. Her şeyde son şiddete atılmak… Böyle olunca, romanda, tiyatroda, sinemada da sinirleri gerecek, dakikada kalbe yüz elli attırtacak heyecan serüvenleri gerek. Sizin bu kadar sakınmalarınıza karşın oğullarınız da bu yaygın gençlik hastalığından böylece etkilendiler. Dirileri bıraktılar, ölülerle konuşuyorlar. Pozitif şeylerden kaçıp gözlere görünmeyenlerin arkasından koşuyorlar.”
Hanımefendi, kardeşinin, yeğenleri üzerine bu sözlerini biraz abartmalı bularak: “Canım, ölülerle konuşup da ne yapıyorlar? Masa başında tıkır tıkır eğlenceden başka bir şey olmayan zararsız bir oyun. O tık tıkları sanki ruhlar mı yapıyorlar? Kendileri yapıyorlar. Kendi sorularına gene kendileri karşılık veriyorlar.”
Talat Bey: “Hayır, o tıkırtıları kendileri yapmıyorlar. Masa, parmaklarının altında, bilinmeyen bir kuvvetin etkisiyle harekete geliyor. Oğullarınızın ikisinde de medyumluk istidadı var. Birtakım alıştırmalarla bu psişik gücü geliştirmeye uğraşıyorlar.”
Hanımefendi: “Etsinler, ne olur?”
Talat Bey: “Ne mi olur? Bugün bir eğlence olarak başlayan bu şey yavaş yavaş bir hastalık ve bir felaket şeklini alır.”
Hanımefendi: “Nasıl?”
“Hemşire, hani ya eskiden binlik tespihleri çeke çeke akıllarını oynatmış, büyü ve sihirle uğraşa uğraşa perilere karışmış meczuplar, abdallar, babalı Araplar, huddamlı6 şeyhler vardı… İşte bu oyunun sonu da oraya çıkar. Çünkü göze görünmeyen yaratıklarla konuşmak ne demektir? Şimdi şurada siz, ben, Orhan, Turhan dört kişiyiz. Aramızda seksen bilmem kaçta ölmüş halamın ruhunu, Hacı Hüseyin Efendi’nin öbür dünyadaki kimliğini, tanıdık tanımadık birçok ölünün gözlere görünmez manevi varlıklarını bizimle beraber sayarak, senli benli onlarla konuşursak akıllı yani normal insanlardan ayrılmış olmaz mıyız? O hâlde, gaiplerle konuşan delileri niçin tedaviye uğraşmalı?”
O zamana kadar ince bir gülümseme ile dayılarını dinleyen delikanlılardan Orhan artık susmaya dayanamayarak: “Dayı bey, Londra’da, Paris’te, Amerika’da, daha birçok uygar memleketteki ispritizma kuruluşlarını, cemiyetlerini ve bunların gazetelerini, broşürlerini, yıllıklarını yani bütün yayınlarını hiçe sayarak üyelerine büsbütün budala, deli demek hakkına sahip misiniz?”
Dayı bey yan gözle yeğenine baktı ve dudaklarının bükük alayıyla: “Galiba zatıalileriniz de bu cemiyetlerden birinin onur üyesisiniz?”
Orhan: “Olsak da ne lazım gelir… Ama bizim naçiz varlığımızın böyle yüksek cemiyetlerce ne önemi olabilir?”
Şarıltılı bir yağmur başlamıştı. Bu sudan kamçılar altında oluklar, çerçeveler, kaplamalar, kiremitler, her taraf kendine özgü bir ses çıkarıyordu. Dışarıda bir gezinti oldu; perilere inananlar, inanmayanlar en ufak bir pıtırtıdan kuşkulanır gibi etrafa kulak veriyorlardı.
V
FANTOM NEDİR?
Oda kapısı hafifçe bir gıcırtıyla aralandı, Mürebbiye Madam Sermin açık göğsünü şalıyla örterek içeriye girdi. Doğruca öğrencilerine Fransızca olarak: “Korktunuz mu yavrularım? Yıldırım çok dehşetliydi. Sandım ki odama indi. Tanrıya şükür, hava biraz serinledi.”
Beyler yaşlarında ne kadar ilerleseler, mürebbiye onlara gene hep “mes petits, mes enfants” (“yavrularım, çocuklarım”) derdi.
Delikanlılar korkmadıkları cevabını vererek mürebbiyelerine teşekkür ettiler.
Dayı bey yarıda bırakmış olduğu alaycı konuya yeniden girişmek isteyerek: “Korkmuşlar… Korkmuşlar ama cesur görünmek için inkâr ediyorlar. Baksanıza benizleri hâlâ düzelmedi.”
Mürebbiye: “Göğün ateşinden korksalar da ayıp mı? Benim bile hâlâ çarpıntım savuşmadı.”
Dayı bey: “Sizin çocuklarınız göğün ateşinden çok Karacaahmet’in ruhlarından korkuyorlar.”
6
Huddam: Cin taifesinden olan hizmetçi. (e.n.)