Sefiller I. Cilt. Виктор Мари Гюго
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sefiller I. Cilt - Виктор Мари Гюго страница 47
Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Paris yakınlarındaki Montfermeil’de artık var olmayan, bir çeşit üstü han, altı meyhane olan bir mekân vardı. Bu mekânı, Thénardierler adında bir karı-koca işletiyordu. Boulanger hattı üzerinde yer alan mekânın kapısının üzerinde çivilenmiş, tahta bir resim vardı. Bu tahtanın üzerinde, bir generali sırtında taşıyan bir askerin resmi yer alıyordu. Kırmızı lekeler kanı temsil ediyordu, resmin geri kalanı dumandan oluşuyor ve muhtemelen bir savaşı tasvir ediyordu. Resmin altında ise şu sözler yazılıydı: WATERLOO ÇAVUŞU’NA.
Bir hanın kapısında, çoğunlukla araba ya da at resimleri görmeye alışık olan yolcuları şaşırtıyordu bu resim. Bununla birlikte, 1818 baharında bir akşam, oradan geçenler Waterloo Çavuşu’nun hanının önünde tekerlekleri yarı yarıya çamura gömülmüş, caddeyi tıkayan tenekeden bir bahçe arabası gördüklerinde, kendi kendilerine bunun ne işe yarayacağını soruyorlardı.
Ülkenin ormanlık arazilerinde kullanılan, kalın kalasları ve ağaç kütüklerini taşımaya yarayan bahçe arabalarından biriydi. Ağır bir şaft üzerine yerleştirilmiş, iki büyük tekerlek tarafından desteklenen, demir dingilli bir kasnaktan oluşuyordu. Sanki oraya büsbütün paslanması için bırakılmış gibiydi. Muazzam bir top arabası gibi görünecek kadar büyüktü. Yıpranmış tekerlekleri, katetmiş olduğu onca yolun izlerini taşır gibi sarımsı çamur tabakasıyla kaplıydı. Odundan yapılma kısmı çamur içerisindeyken demir kısımları pasın altında kayboluyordu. Aksının üzerinde sanki mahkûmları taşırken bağlamaya yarayan büyük bir zincir asılıydı. Bu zincir aslında taşıma görevi olan kirişlere değil, zamanında koşum takımlarına hizmet etmiş olmalıydı. Büyük bir geminin kadırgasından kopmuş büyükçe bir sandal görünümüne sahipti. Üzerindeki zincirlerle Homeros, Polyphemus’u; Shakespeare ise Caliban’ı bağlayabilirdi.
Sokağın resmen ortasına bırakılmış olan bu büyük bahçe arabası, orada ne işe yarayabilirdi ki? Ama çok geçmeden handan kucağında on sekiz aylık bir bebeği taşıyan iki buçuk yaşlarında bir kız dışarı çıkmış, arabaya tırmanmaya başlamıştı; çocuklar orada keyifle oynamaya koyulmuşlardı. Diğer yolcular, bu eski ve paslı arabanın onların oyuncağı olduğunu anlamışlardı. Güzel ve zarif giyinmiş iki çocuk, mutluluktan ışıldıyordu; eski püskü o paslı arabanın içinde, henüz açmış iki gül goncasına benziyorlardı. Gülüşüp neşeyle oynaşıyorlar, yanakları attıkları kahkahaların etkisiyle pespembe kesiliyordu. Biri sarışın, diğeri ise esmerdi. Masum yüzleri, tarlalardan gelen bahar kokusu onların nefesleriymiş gibi etrafa neşe saçıyordu. On sekiz aylık olan küçük, o bebeklere has saflığıyla bedenini saran küçücük elbisesini çıkarıp yere atmış; çırılçıplak hâlde oynamaya devam ediyordu. Bu iki masum çocuğun ışıl ışıl başları, cıvıltılı seslerinin yanında o eski bahçe arabası, kötü niyetli bir canavar gibi görünüyordu.
Birkaç adım ötede, hanın kapısının eşiğine oturmuş sert bakışlı bir kadın, anneliğe has o içgüdüsel koruma duygusuyla çocuklar düşmesin diye uzaktan onları izliyordu. Onlar arabanın üzerindeki zinciri her ileri geri salladıklarında, öfke dolu korkunç tiz sesiyle çocukları uyarıyordu. Küçük çocuklar neşe içinde oyunları sürdürüyor, batan güneş ise sanki onların eğlencesine eşlik ediyordu. Böylesi güzel bir manzara kesinlikle çok zor görülürdü.
Çocuklarını seyrederken sert bakışlı anneleri bir taraftan da oldukça bed sesiyle bir şarkı mırıldanıyordu:
Öyle olduğunu söylemiş, bir savaşçı.
Şarkısı ve kızlarının neşesi, sokakta olup biteni duymasını ve görmesini engelliyordu. Tam şarkısının sonuna vardığı sırada, ona doğru yaklaşan birisinin ayak seslerini duydu:
“Ne kadar güzel çocuklarınız var, Madam.”
“Peri kızı gibi güzel ve hassaslar.” diye yanıtladı kadın, bir taraftan şarkısını da sonlandırarak. Sonra başını çevirdi. Hemen birkaç adım ötesinde, kucağında çocuğunu taşıyan bir kadın duruyordu.
Ayrıca bir kolunda, oldukça ağır olduğu belli olan bir de çanta taşıyordu. Kucağında taşıdığı iki-üç yaşlarındaki kız çocuğu ise çok nadir görülebilecek, muazzam bir güzelliğe sahipti. Çok güzel ve temiz giyimliydi, fırfırlı elbisesi diğer iki çocuğun kıyafetlerinden çok daha güzeldi. Başında ince ketenden bir şapkası, belinde şirin kurdeleli kemeri, elbisesinin eteklerindeki zarif dantellerle öylesine şirindi ki! Eteğinin kıvrımlarının altından, bembeyaz tombul bacakları görünüyordu. Pembe yanaklarıyla çok sağlıklı bir ufaklıktı. Küçük güzelliğe bakan bir kişi, yanaklarından bir ısırık almamak için kendisini kesinlikle zor tutabilirdi. Çok iri gözleri ve muhteşem gür kirpikleri dışında, göz rengi hakkında hiçbir şey görünmüyordu. Çünkü o muhteşem ufaklık, uyuyordu.
Yaşına özgü o mutlak güven uykusuyla uyuyordu. Annelerin kolları şefkatten yapılma yumuşak bir yatak gibidir ve içlerinde çocuklar derin uykuya dalarlar.
Anneye gelecek olursak görünüşüne bakılacak olursa fazlasıyla üzgün ve yoksul biriydi. Köylü hayatına yeniden dönmeye hazır, bir işçi kadın hâli vardı üzerinde. Genç bir kadındı. Güzel miydi peki? Belki ama içinde bulunduğu kıyafetlerin arasında hiç belli olmuyordu. Altın gibi bukleli, gür saçları vardı ancak çene altından sıkıca bağlanmış çirkin, rahibeye benzemesine neden olan bir başlığın altına ciddi bir şekilde gizlenmişti. Bir gülümseme, güzel dişlere sahip olduğunu ortaya çıkarırdı ama hiç gülümsemiyordu. Uzun zamandan bu yana ağlamadan bir gün geçirmediği gözlerinden belli oluyordu. Fazlasıyla solgun, bitkin ve oldukça hasta bir görünümü vardı. Çocuğunu kendi emziren annelerin bakışıyla, kucağında uyuyan yavrusunu seyrediyordu. Üzerine takmış olduğu mavi bir önlük, vücudunun şeklini beceriksizce gizliyordu. Elleri güneşten kavrulmuş, üzerini çiller basmış, işaret parmağındaki nasırlardan sürekli olarak dikiş diktiği anlaşılıyordu. Kaba, kahverengi yünden bir pelerin, keten bir elbise ve kalın, kaba saba ayakkabıları vardı. Fantine idi bu genç kadın!
Gerçekten de Fantine idi ama öylesine değişmişti ki tanınması çok güçtü. Yine de onu dikkatlice incelediğinizde hâlâ o eski güzelliğini koruduğunu görebiliyordunuz. Hayatla alay eder gibi bir acının çizgisi belirmişti sağ yanağında. Danteller, ipek satenler, lavantalar içerisindeki Fantine değil de onun yerine tanınmayacak kılıkta, o göz kamaştırıcı güzelliği kaybolmuş, erkenden çökmüş genç bir kadın gelmişti. Üzerine eskiden kahkaha, neşe ve müzikten meydana gelmiş hissi yaratan; leylak kokulu, kurdelelerle süslü, muslin elbiselerinin yerine, eski püskü bir şeyler giymişti. O sözüm ona yaşanılan güzel sürprizin üzerinden on ay geçmişti.
Bu on ay içerisinde neler olmuştu? Buna biraz akıl yürütebilirsiniz.
Terk edilmelerinin ardından koşullar bir anda değişmişti. Fantine, kısa süre sonra Favourite, Zéphine ve Dahlia’yı kaybetmişti. Aralarındaki dostluk bağı erkekler tarafından bir kez koparıldıktan sonra, kızlar dostluklarını sürdürmeyi becerememişlerdi. İki hafta sonra onları yeniden gören bir kişi, kesinlikle onların eskiden sıkı dostlar olduğunu söyleyemezdi. Birlikte vakit geçirmeleri için artık bir nedenleri kalmamıştı.
Fantine büsbütün yalnız kalmıştı. Ne yazık ki! Çocuğunun babası onu terk etmişti. Böyle şeyleri değiştirmek