Usta ile Margarita. Bulgakov Mihail
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Usta ile Margarita - Bulgakov Mihail страница 13
Bu önemli haberin yabancı üzerinde büyük etki uyandırdığı gerçekti, çünkü her pencereden Tanrı’ya inanmayan biri çıkacakmış gibi ürkek ürkek evlere baktı.
“Hayır, bu adam İngiliz olamaz,” diye düşündü Berlioz.
Biezdomni ise, “Her şey bir yana, Rusçayı iyi biliyor,” diye geçirdi aklından. “Dilimizi nereden öğrendi acaba?” Sonra yine somurttu.
Bir süre kuşkuyla düşünen yabancı misafir, “İyi ama,” dedi, “izin verirseniz size sorayım: Tanrı’nın varlığını gösteren kanıtlara ne diyorsunuz? Herkesin bildiği gibi bunların sayısı beştir.”
“Yazık!” diye, merhametle karşılık verdi Berlioz. “Bu kanıtlar beş para etmez. İnsanlık, hepsini tavan arasına kaldıralı çok oldu. Akıl yönünden, Tanrı’nın varlığıyla ilgili hiçbir kanıtın benimsenemeyeceğini kabul edersiniz.”
“Bravo!” diye bağırdı yabancı. “Bravo! Kelimesi kelimesine, o ihtiyar Immanuel delisinin görüşünü tekrarladınız. Beş kanıtı da baştan başa yıktı, bu doğru. Ama, aynı fırsattan yararlanıp sanki kendi kendisiyle alay edercesine, kendi elleriyle bir altıncı kanıt yarattı. Matrak değil mi?”
İncelikle gülümseyen, derin bilgilere sahip Genel Yayın Müdürü, “Kant’ın kanıtı da, öbürlerinden daha inandırıcı değildi,” dedi. “Bu konuda Schiller, Kant’ın görüşlerinin ancak köleleri tatmin edeceğini söylememiş miydi? David Strauss’a gelince; o da bu sözde kanıta gülüp geçmekle yetindi.”
Berlioz hem konuşuyor, hem düşünüyordu: “Kim olabilir acaba? Hem Rusçayı bu kadar iyi nasıl konuşuyor?”
Ortada fol yok yumurta yokken İvan Nikolayeviç birden bağırdı:
“Sizin Kant’ınızı, kanıtlarıyla birlikte, üç yıllığına Solovets Adaları’na8 gönderirdim ben!”
Berlioz utancından kıpkırmızı kesildi.
“İvan!” diye fısıldadı.
Kant’ı Solovets Adaları’na yollama düşüncesi, yabancıyı kızdırmamış, tam tersine onu kendinden geçirmişti.
“Mükemmel, mükemmel!” diye haykırdı. Berlioz’ dan ayırmadığı yeşil gözü parıldadı. “Tam ona gereken şey! Hem, günün birinde kendisiyle yemek yerken dedim ki: Kusuruma bakmayın profesör, ama gördüğünüz gibi görüşleriniz biraz tutarsız. Kuşkusuz bilgece, ama anlaşılır gibi değil. Size gülerler!”
Berlioz’un gözleri fal taşı gibi açıldı. “Kant’la yemek yerken mi? Benimle dalga mı geçiyor!” diye düşündü.
Berlioz’un şaşkınlığını umursamayan başka iklimlerin insanı, Şair’e döndü:
“Ne yazık,” dedi, “Kant’ı Solovets Adaları’na yollamak olanaksız. Nedeni de çok açık; yüz bilmem kaç yıldır Solovets’ten çok daha uzak bir yerde kendisi. Hem ne yaparlarsa yapsınlar, onu oradan çıkaramazlar, bana inanın!”
Ateşli Şair, “Üzüldüm!” dedi.
Gözü parlayan yabancı, “İnanın, ben de çok üzülüyorum!” diyerek onu doğruladı. “Ama, asıl kafamı kurcalayan sorun şu,” diye devam etti ardından: “Tanrı yoksa, insan hayatını ve genellikle dünyadaki varlıkların düzenini yöneten kim?”
Kızgın Şair, telaşlı telaşlı, “Her şeyi yöneten insandır,” dedi.
Soru pek açık değildi ya, neyse.
Yabancı, tatlılıkla, “Beni bağışlayın,” dedi. “Yönetmek için gereken şudur: En azından uzun vadeli, kesin bir planınız olmalı. Size şöyle sorayım: Bin yıl gibi çok gülünç bir süre için plan yapamazken ve kendi yarınını bile garanti edemezken, insanoğlu neyi, nasıl yönetebilir?” Berlioz’a döndü: “Bakın, şöyle düşünelim. Örneğin, siz… Başlıyorsunuz yönetmeye, kendinize ve başkalarına dilediğinizi yaptırıyorsunuz. Kısacası, nasıl denir, bu işin zevkine varıyorsunuz. Ve birden… Hah hah hah ha!.. Ciğerinizde kötü huylu bir tümör…”
Yabancı, bu fikir çok hoşuna gitmiş gibi, açgözlülükle güldü.
“Evet, kötü huylu bir tümör,” diye gözlerini kapayıp kedi gibi mırıldanarak yineledi: “İşte yönetiminizin sonu! Başkalarının sonu artık size vız gelir. Tek ilgilendiğiniz kendi sonunuzdur. Yakınlarınız, dostlarınız yalan söylemeye başlarlar. Felaketi sezer, en ünlü doktorlara koşarsınız, sonra şarlatanlara başvurur, en sonunda da falcılara kadar düşersiniz. Bütün bunların boşuna olduğunu söylemem gereksiz. Siz de bunu anlıyorsunuzdur. Her şey acı bir sonla noktalanır: Kısa bir süre önce dünyayı yönettiğini sanan kişi, kendini tahtadan bir kutunun içinde kaskatı kesilmiş bulur. Çevresi de, başka bir şey yapılamayacağını düşünüp onu yakar, kül eder. Daha da kötüsü: Örneğin –bundan önemsiz ne olabilir– insan Kislovodsk’ta bir süre kalıp dinlenmeyi de kurabilir (yabancı, Berlioz’a göz kırptı); derken anlaşılmaz bir biçimde, birdenbire ayağı kayar ve bir tramvayın altında eziliverir! Başına böyle bir olay gelen kişinin, olayı kendisinin yönettiği söylenebilir mi? Bunu isteyenin bir başkası, çok başka biri olduğunu düşünmek daha akla yatkın değil mi?”
Yabancı tuhaf bir kahkaha attı.
Berlioz, rahatsız eden kötü huylu bir tümör ve tramvay hikâyesini büyük bir dikkatle dinlemişti. Şimdi, kaygı verici bir düşünce kafasını kurcalamaktaydı: “Bu adam yabancı değil… Yabancı değil bu adam,” diyordu kendi kendine. “Her şey bir yana, çok tuhaf biri… Çok tuhaf biri… Ama kim olabilir?”
Yabancı, ansızın Biezdomni’ye, “Sigara içmek istediğinizi görüyorum,” dedi. “Hangi marka sigara içersiniz?”
Gerçekten sigarası kalmayan Şair şaşırdı, somurtarak karşılık verdi:
“Neden sordunuz? Birkaç marka birden mi taşırsınız?”
“Hangi marka sigara içersiniz?” diye yineledi yabancı.
“Naşa Marka,”9 dedi Biezdomni, yüzünü ekşiterek.
Tuhaf adam hemen cebinden bir sigara tabakası çıkarıp Biezdomni’ye tuttu.
“İşte, Naşa Marka sigaraları.”
Tabakada Naşa Marka sigaralarının bulunmasından çok, tabakanın kendisi, Genel Yayın Müdürü’yle Şair’i şaşırtmıştı. Kapağı, mavili beyazlı binlerce parıltı saçan elmas bir üçgenle süslü, akıl almaz boyutlarda altın bir tabakaydı bu.
İki edebiyatçının düşünceleri, farklı yönlere kaydı.
Berlioz, “Evet, bu adam yabancı!” derken, Biezdomni, “Cehenneme kadar yolu var artık,” diye söyleniyordu.