Usta ile Margarita. Bulgakov Mihail
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Usta ile Margarita - Bulgakov Mihail страница 21
Hahambaşı, alçak sesle, “Duyuyor musun Vali!” dedi. –Hahambaşı iki kolunu açınca kukuletası geriye düştü.– “Bütün bunlara o küçük Barabbas haydutunun neden olduğunu mu söyleyeceksin?”
Vali, elinin tersiyle ıslak, soğuk alnını sildi; yere baktı, sonra gözlerini kırpıştırarak gökyüzüne dikip alev alev yanan kürenin tam tepesinde olduğunu, Kayafa’nın iyice ufalan gölgesinin, aslanın kuyruğuna güç eriştiğini gördü. Sakin, kayıtsız bir sesle, “Neredeyse öğlen olacak,” dedi. “Konuşmaya dalıp kendimizden geçtik, oysa devam etmek gerek.”
Vali, dikkatle seçtiği birkaç sözle Hahambaşı’dan özür diledikten sonra manolyaların gölgesinde bir sıraya oturmasını önerdi. Son ve kısa bir görüşme için gerekli kişilerin toplanıp ölüm cezasının uygulanmasıyla ilgili emirleri vermesini gölgede daha rahat bekleyebilirdi.
Kayafa, eli göğsünde, saygıyla eğildi, bahçede kaldı. Pilatus ise üstü kapalı taraçaya döndü. Kendisini bekleyen kâtibe lejyon komutanını, alay komutanını, tapınak muhafızları şefiyle birlikte bahçenin alt yanındaki çeşmeli çardakta oturmuş çağrılmayı bekleyen iki Sanedrin üyesini alıp Kayafa’nın bulunduğu bölüme götürmesini emretti. Kendisinin de birazdan onlara katılacağını söyleyip saraya girdi.
Kâtip gerekli kişileri toplarken Vali, ağır perdelerle korunmuş, insanın güneşten rahatsız olamayacağı bir odada, yüzünü kukuletasıyla yarı yarıya gizleyen biriyle buluşuyordu. Konuşmaları kısa sürdü. Pilatus birkaç şey fısıldadı, adam hemen oradan uzaklaştı. Pilatus, avludan geçerek bahçeye çıktı.
Orada, görmek istediği kişilerin karşısında Vali, tumturaklı ve soğuk bir sesle Yeşu Ha-Nozri’nin ölüm cezasını onayladığını belirttikten sonra Sanedrin üyelerine suçlulardan hangisinin hayatta bırakılmasının doğru olacağını sordu. Barabbas’ın bırakılması gerektiği yanıtını aldı. Bunun üzerine Vali, “Tamam,” dedi ve kâtibine hemen, bunu zapta geçirmesini emretti. Sonra, kâtibin kumların arasında bulduğu süs iğnesini sol avcunda sıkarak, “Vakit geldi!” dedi.
Hemen hepsi iki yanı baş döndürücü kokular salan gül fidanlarından gerçek duvarlarla çevrelenmiş geniş merdivenleri inmeye koyuldular. Her basamak onları sarayın dışına, ucunda Kudüs hipodromunun sütunlarının ve heykellerinin görüldüğü, dümdüz kaldırım taşlarıyla kaplı koca meydana açılan büyük kapılara yaklaştırıyordu.
Meydana vardıklarında her yere egemen geniş taştan sete çıktılar. Pilatus, iyice kıstığı gözkapaklarının arasından çevresine göz gezdirip durumu inceledi.
Geçtikleri yer, sarayla bulundukları taştan seti ayıran bölüm, ıssızdı. Buna karşılık Pilatus, zemini göremiyordu: Meydanı büyük bir kalabalık kaplamıştı. Pilatus’un solunda yedek alayın üç sıra askeri, sağında öteki yedek alayın adamları önlemese kalabalık, seti ve ardındaki boşluğu da kaplayacaktı.
Pilatus, o yararsız süs iğnesini sıkıp gözleri yarı kapalı, sete çıktı. Vali’nin gözlerini kısması, güneşin yakıcılığından korunmak için değildi. Hayır. Nedendir bilinmez, sadece, o anda arkasından sete çıkardıkları suçlu kafilesini görmek istemiyordu.
İnsan dalgasının durup dinlenmeden çarptığı bu kaya parçası üzerinde, kanlı astarlı beyaz pelerini görününce kulaklarına gürültülü bir uğultu çarptı: “Haaaa!..” Uzakta bir yerde, hipodromun oradan doğan bu uğultu birden azaldı. “Beni gördüler,” diye düşündü Vali. Uğultu büsbütün yok olmamıştı, yeniden yükseldi, bir an duraklar gibi oldu, derken ilkinden daha büyük bir bağırtı koptu. Bu ikinci haykırış, dalgaların köpükle süslenmesi gibi, genel gümbürtüde açıkça duyulan ıslık sesleriyle, kadın çığlıklarıyla süslendi. “Suçluları sete çıkardılar,” diye düşündü Pilatus, “Çığlıklar, kalabalığın öne atılıp birkaç kadını çiğnemesi yüzünden kopuyor.”
İçinde birikenleri iyice boşaltmadan yeryüzündeki hiçbir gücün bir kalabalığı susturamayacağını, kalabalığın kendiliğinden de susmayacağını bilerek bir süre bekledi.
Sırası gelince sağ kolunu havaya kaldırdı, böylece son gürültü de bitti.
O zaman Pilatus, ciğerlerini alabildiği kadar yakıcı havayla doldurdu; haykırdığında boğuk sesi binlerce başın üstünden aştı:
“İmparator Caesar adına!..”
Hemen ardından, kulaklar, birkaç kez yinelenen kesik, madenî bir haykırışla doldu: Mızraklarını ve sancaklarını havaya kaldıran alayın askerleri kükrüyordu.
“Yaşa Caesar!”
Pilatus, başını kaldırıp yüzünü güneşe bıraktı. Gözkapaklarının ardında yeşil ışıklar yandı; ateş, beynini kavurdu, kalabalığın üstünde boğuk Aramca heceler uçuştu:
“Cinayet, halkı ayaklandırmaya kalkışma ve inançla yasalara hakaret suçlarından Kudüs’te yakalanan dört cani, alçaltıcı, çarmıha gerilme cezasına çarptırılmışlardır. Ceza hemen Çıplaktepe’de yerine getirilecektir. Bu canilerin adları Dismas, Hestas, Barabbas ve Ha-Nozri’dir. İşte, önünüzdeler!”
Pilatus, koluyla sağını gösterdi. Mahkûmlardan hiçbirini görmüyor, ama orada, kesinlikle bulunmaları gereken yerde durduklarını biliyordu.
Kalabalık boğuk, uzayıp giden bir uğultuyla karşılık verdi; sanki şaşırmış ya da rahatlamıştı insanlar. Yeniden sessizlik çöktüğünde Pilatus devam etti:
“Ancak, yasalar ve teamül gereğince Hamursuz Bayramı şerefine ölüm cezası sadece üçüne uygulanacak. Sanedrin’in önerisi ve Roma iktidarının onayıyla, gönlü yüce Caesar, mahkûmlardan birine sefil hayatını bağışlıyor!”
Pilatus bu sözleri haykırarak söylerken uğultunun yerini derin bir sessizliğin aldığını fark etti. Şimdi kulaklarına ne bir mırıltı ne bir iç çekme geliyordu. Öyle bir an geldi ki, Pilatus çevresindeki her şeyin kaybolduğunu sandı. Nefret ettiği kent ölmüştü, tek başına, inatla gökyüzüne çevirdiği yüzü, tepeden gelen ışınlarla yanarak ayakta duruyordu. Pilatus bir an sustu; sonra bağırdı:
“Şimdi, sizin önünüzde ölümden kurtulacak olanın adını…”
Adı açıklamadan önce, gereken her şeyi söyleyip söylemediğine baktı. Seçilen mutlu kişinin adı açıklanır açıklanmaz, ölü kentin canlanacağını biliyordu. Artık o gürültü içinde bir tek sözünü bile duyamazdı. Alçak sesle, kendi kendine, “Bu kadar mı?” diye sordu. “Tamam, bu kadar. Şimdi. Adı…”
Kentin sessizliği üzerine “r”lerin üzerine basa basa bağırdı:
“Barabbas’tır!”
Aynı anda güneş, gürültülü bir şangırtıyla tepesinde bin parçaya ayrılmış, kulakları o yükseltinin üzerinden ateşle dolmuş gibi geldi. İçinde haykırış, çığlık, inilti, kahkaha