Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi. Fahri Tuna
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi - Fahri Tuna страница 6
Kimin başı dara düşse ilk yetişen şehir: 1999 Depremi’nde evi barkı yıkılanlara Adapazarı’nda evler yapıp mahalle kuran Konya’dır; çağdaş vampirlerce yakıp yıkılan Bosna’ya tramvayları hediye eden Konya’dır mesela.
Düşenin dostu, ezilenin yoldaşı, garibanın arkadaşı şehirdir o.
Gözün göremeyeceği, aklın alamayacağı, geometrinin ölçemeyeceği kocaman, koskocaman bir ovadır Konya Ovası. Hiç unutmam: On beş sene kadar önceydi. Karlı bir kış gününde, akşam vakti yaklaşıyorduk şehre kendi aracımızla. Ufuktan bize doğru gelen bir çizgiydi yolumuz. Git Allah git. Yok. Karşıdan bize doğru yaklaşan bir araç görüyorduk. Normalde üç beş dakikada karşılaşabildiğimiz türden bir araçtı. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika, yarım saat… gelmiyordu bir türlü. Yol arkadaşım Faruk Şişman’ın şu sözlerini dün gibi hatırlıyorum:
“Fahri Bey, lise kitaplarında okuduğumuz matematik problemleri var ya hani. “A noktasından 75 kilometre hızla giden araçla, B noktasından 90 kilometre hızla gelen diğer araç kaç kilometre sonra karşılaşırlar?” diye. O soruları bence Konya’da hazırlamışlar. Ne bu yahu. Yarım saat oldu, arabanın ışığı var, bir türlü karşılaşamadık daha.”
Faruk haklıydı zahir. Hem de sonuna kadar.
Konya sakin, huzurlu, çalışkan, sabırlı, mert, yiğit, vefalı insanlar diyarıdır.
Bu kelimeleri rastgele dizdiğimi sanmayınız lütfen. Bir misal, üniversitede ev arkadaşım Ali Uyanık tipik bir Gonyalıydı. Zira Konyalılar kendilerini Gonyalı olarak tanımlar ve bundan gizliden gizliye mutluluk duyarlar. Destansı güzel günlerimiz geçmişti; hâlâ unutamam. Ekmeğimizi suyumuzu, açlığımızı acımızı, şiirimizi –ne şiiri, düpedüz saçma karalamalarımızı– paylaşmıştık Ali’yle. Boksördü Ali. Şairdi de. Ali Kemal diye bir şair kazanıyordu ülkemiz, olmadı olamadı. Neden bilinmez. Çok zeki ve çok yetenekliydi. Zaten sınıfımızın bir numarasıydı, “Alamanyalı” oldu sonra. Hayat yordu onu, hangimizi yormadı ki… kırk yıl sonra bugün bile hâlâ birbirimizi arar sorarız, hasret gideririz.
Onun yakın arkadaşı “Epbab Ahmet” vardı. Evimizin hayatımızın neşesi Ahmet. Türkiye Tekvando Şampiyonu’ydu Ahmet. Üç beş ayda bir görünür, Ali’nin anneciğinin Gonya’dan gönderdiği sucukları pastırmaları getirirdi bize, sağ olsun. Ama geldi mi bir hafta on günden önce gitmez, getirdiklerinin yarısını da yer içerdi. Çok da güzel yemek yapardı Ahmet. Mert, yiğit, tertemiz bir delikanlıydı. İçi dışı birdi. Yüzüne bakınca arkasını görürdünüz. Her cümlesi “epbabım” diye başlardı. Cümleye kazara öyle başlamamışsa “epbabım” diye bitirdi. Lakabı da “Epbab Ahmet”ti bu yüzden. Ne çok yakışırdı bu kelime Ahmet’in ağzına, Ya Rabbim…
İkisi tam Gonyalı ağzıyla “gonuşurlardı.” Ben de zevkle seyreder, dinlerdim. Ali, Ahmet’e takılırdı ara sıra: “Epbabım, getirdiklerini bitirmeden gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?” Ahmet’in cevabı hazırdaydı, alır okurdu: “Epbabım, sporcu adamız biz. İyi beslenmemiz lâzım, değil mi ama!..” Gülüşürdük.
Konyalı olmak yere sağlam basmak demekti. Konyalı olmak elindekini bölüşmek paylaşmak demekti. Konyalı olmak idealistçe, vatanı milleti bayrağı karşılıksız sevmek demekti. Konyalı olmak Allah’a bağlılık, ezana muhabbet, dine imana sevgi saygı demekti. Konyalı olmak şiire edebiyata düşünceye aşinalık demekti.
Bütün bunları başta iktisat profesörü, tarım eski bakanı, MTTB’den ağabeyimiz Sami Güçlü Hocamızdan öğrendik ilkin. Ali Uyanık’ta da gördük yaşadık tevarüs ettik. Sonra sonra İbrahim Dıvarcı’da, Ahmet Kuş’ta, Ahmet Köseoğlu’nda, İsmail Köse’de, Ömer Bardakçı’da da gördük. Caner Arabacı’da, Hayri Erten’de, Duran Çetin’de gördük. Gördük bildik sevdik. Bir Konyalı her şeyden önce ve sonra, “birinci sınıf adam”dır.
Türküleri de bir başka güzeldir: Kendileri ne kadar yavaşsa, türküleri o kadar hareketlidir. Zara’nın o billur sesinden dinlediğimiz kıpır kıpır:
Şu Sille’den gece de geçtim görmedim annem Acı tatlı sular da içtim ölmedim annem
Aman Sille Sille Sille attığın sille Çektiğim çile çile çile yar çile
Veya kendisi mini mini, sesi ortalığı ayağa kaldıran Bedia Akartürk Ablamızdan;
Kesik çayır biçilir mi Sular soğuk içilir mi Bana yardan geç diyorlar Seven yardan geçilir mi
Dinlemeye doyulur mu hiç. Hem de şıkır şıkır kaşık havası eşliğinde.
Bakmayın siz etli ekmeğinin şöhretine. Gonyalı için sıradandır o. Muhteşem tiritinin, harika saç arasının yanında lafı mı olur lahmacun kılıklı etli ekmeğin.
Konyalılar sağlamcıdırlar. Atasözlerine de yansımıştır bu: “Türbe Önü’nde evi, Meram’da bağı olmayana gız verilmez.”
Pek göstermeseler, pek renk vermeseler de neşeli güler yüzlü mutlu insanlardır onlar. “İki dünya” ile de aralarının iyiliğindendir belki de bu.
Gösterişsiz şehirdir Konya. İnsanlarının gösterişsizliğindendir bu da.
Misafirperver, mükrim, hoşgörülü insanlardır onlar. Yavaşlıkları düşünceliliklerindendir.
Hazreti Pir Mevlânâ’nın komşuları mirasçıları yoldaşlarıdır onlar. Başka ne yakışabilirdi ki onlara.
“Mahalle Mektebi”dir Konya bizim. Konya bütün Türkiye için, hepimiz için hem ‘mektebimiz’ hem de ‘mahallemiz’dir.
Hikâyesi hikâyecisi kaliteli, romanı romancısı zengin şehirdir Konya. Abdullah Harmancı, Köksal Alver. Ayşe Ünüvar. Ve arkalarından gelenler; Özlem Göktaş mesela. Şair Atilla Yaramış mesela. Bir süredir Batı’yı fethe çıkan Ümit Savaş Taşkesen mesela.
Konya bir başkenttir her şeyden “önce” ve her şeyden “sonra.” Şahidiz. Giden gören tanıyan herkes de şahitlik eder buna.
Konya bir başkenttir.
Haza başkenttir. Elan başkenttir.
Orta Anadolu’nun başkentidir.
Kudüs
Ana Kudüs, ata Kudüs.
Yar Kudüs, ar Kudüs.
Âh Kudüs. Vah Kudüs.
Gel Kudüs, el Kudüs.
El Kudüs, yel Kudüs.
Elin Kudüs, adın Kudüs, yâdın Kudüs.
Dert Kudüs, derttaş Kudüs.
Üz Kudüs, üzgün Kudüs, üzen Kudüs, üzülen Kudüs.
Yar Kudüs, yara Kudüs,