Bir Yolculuktur Aşk. Betül Ak Örnek
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Bir Yolculuktur Aşk - Betül Ak Örnek страница 8
Birazdan gidecekti, vedalaşıyordu çocuklarla. Az zamanım vardı. Ya şimdi çıkacaktım gizlendiğim yerden ya da kırılan cesaretimle onun tekrar gelmesini bekleyecektim. Babam, “Bir işi yapmaya bir kez tereddüt edersen bir dahaki sefere gereken cesareti gösteremezsin,” derdi. Derin bir nefes alıp pencerenin koluna sımsıkı sarıldım. Pencerenin zavallı kolunun ölümü elimden olacaktı.
Var gücümle kendime çektiğim pencere sarsılarak, gıcırdayarak, yıllardır açılmıyormuş gibi dışarı doğru açıldı. Pencerenin evin taş duvarına vuran tık sesiyle kafasını kaldırıp koca gözleriyle gözlerime baktı.
Ne bakması?
Vurdu…
Göz bebeğimden girdi nazarı, yüreğimden çıktı.
Tüm hücrelerim ayaklandı, ruhum çıkacak oldu parmak uçlarımdan. Ayaklarım uyuştu, düşeyazdım. Kaskatı kesilen bedenim olduğu yere mıhlanmış, gözlerinden başka yere gidemiyordu bakışlarım; öyle ki, o andan bir nefes gitmek Bağdat kadar uzaktı.
Bu hâl nasıl olmuştu da aniden böylesine tesir etmişti bana? Aşk şarabından içmeden sarhoş olmuştum. Yıllardır benliğimi saran boşluk o baktıkça doluyordu sanki.
Elim göğsümdeki kolyemi sımsıkı sararken ondan başka tutunacak kimsem yoktu. Gözyaşlarım biriktikçe görmemeye başladım. Etraf buğulanmıştı, usulca kalkıp gözlerini gözlerime mühürlemiş vaziyette birkaç adım attı. O yaklaştıkça dalgalanan gözlerinde taşıdığı hüznü gördüm. O gülümsemelerin arkasında koca bedeninde sakladığı ufak çocuğun gözleri yaşlarla doluydu, belki de o yüzdendi çocukları mutlu etme çabası.
Zaman ağır çekimde ilerliyordu. Yönünü bana çevirmesiyle etrafımdaki dünya anlamını yitirmişti. Filmlerde görmüştüm bu sahneleri, bir gün hayatımın hiç unutamayacağım bir kesiti olacağını bilemezdim.
Bana doğru ilerledikçe çıplak ayaklarımdan yüreğime yürüyen yangının acısıyla sıkı sıkı tutunduğum kolyem birden ellerimden kayıp penceremin altında duran adamın önüne düştü. Kolyem, sahip olduğum tek değerli dünyalıktı. Büyükannemden yadigâr, gül rengi kolyenin üstüne kahverengi bir taş oturtulmuştu, kenarları dantel gibi işliydi. Eski kokardı ve taşın üstünde siyah boyayla çizilmiş bir harf vardı. Elif…
Doğduğumda büyükannem bu kolyeyi boynuma takmış, “Bu kızın adı Elif. Yaşadığı sürece bu kolyedeki elif gibi dik duracak, bir tek Allah’ın önünde vav gibi eğilecek. Niyetimi kabul et Allah’ım,” demiş.
Adım Elif olmuş, kendimi bildim bileli boynumda taşıdığım ismim gibi dik durmuşum ben de. O yüzden annem, “Bu kızın her lafa bir cevabı var, değişik bu kız; hiç arkadaşı yok, dik başlı,” der dururdu. Oysa hiç anlamadı ismimi yaşadığımı.
Ve ben Elif…
Düşürdüm ellerimden tek kıymetlimi onun ayaklarına.
Olmadı büyükanneciğim, sözünü tutamadım, eğildim bu adamın karşısında. Hissettin de sen mi aldın ellerimden emanetini?
Yavaşça eğildi, kolyeyi yerden alıp avucuna yerleştirdi. Kalkarken saçlarını geriye itti. Yosun gözlerini bana doğrulturken boğazından aşağı derin bir nefes gönderdi. Öptü. Kolyemi öptü. Elife değdi dudakları. Az önce avuçlarımda olan, onun dudaklarına değdi. Gitmeden önce yaptı yapacağını da avuçlarımdan öptü adeta. Kanadı kırık bir kuşu tutar gibi nazikçe avucuyla sardı kolyemi. Her hareketi ayrı meseleydi, yazdıkça yazası gelirdi insanın. Son bir kez daha baktı ve yaktı.
Ve ona, “Allah’a emanet ol,” bile diyemeden gitti, gölgesinin bacağına yapışmasını umursamadı, zarifçe attı adımlarını. Uzaklaştı ve kayboldu.
O kısacık ânın ardında kalan hüzünle yedi çileli gün geçti.
Cuma oldu; sokakta çocuklar heyecanla toplandı, ben de penceremde saklandım, bekledik. Gelmedi. Belki de bir işi çıkmıştı.
Sonraki cuma hepimiz yerlerimizi aldık, bayram sabahını bekleyen çocuklar gibi bekledik. Gelmedi.
Sonraki haftalar çocuklar beklemeyi bırakıp oyunlarına devam ettiler. Ben bekledim… Kolyemle birlikte geleceği, bana hikâyeler anlatacağı, gamzesinde uyuyacağım, sakalını seveceğim, “Bugün çayı sen demle, ben hikâye anlatayım,” diyeceğim günleri bekledim. Gelmedi.
Başlamadan biten, tadı damağımda kalan, yutamadığım bir yudum nefes oldu boğazımda.
Gelmediği her cuma kendimi suçladım. Açmamalıydım o pencereyi, gözlerine hiç bakmamalıydım. Ne hakkım vardı çocukları onsuz bırakmaya, hikâyelerini dilinden almaya? Ne hakkım vardı bu sokak her cuma onu beklerken onu rahatsız edip buralardan sürgün etmeye?
Bir yandan kendimi suçluyor, bir yandan da büyükannemin söylediklerini hatırlıyordum; “Gönül meselesi insanı ateşe atar da fark ettirmez.” Ne kadar haklıymış. Bir adam gönlüme değdi diye mahrum ettim bunca güzelliği ondan. Yetmedi, eğildim karşısında, elifliğimi, elifimi verdim.
O gittikten sonra kendimi sorgulamadığım tek bir günüm olmadı. Acısı bile güzeldi, bana unuttuğum bir şeyi geri vermişti. O, kolyemle birlikte götürdüğü umutlarımın açtığı boşluğu dolduracak bir hissi geri vermişti bana. Söz konusu boşluk yıllarca kendimi kapattığım odada yeşeren özgürlüktü, küçük penceremden anlayamadığım kâinatı bilme hevesiydi.
Çantamı topladım. Ben ki bir adam için böyle eğilmiştim, vakit yolculuk vaktiydi. Demek ki bir yeri boş bırakmıştım, vakit onu bulma vaktiydi. Demek ki görmüştüm ama bakmamıştım, vakit bakma vaktiydi.
Benliğimi bulmadan dönemezdim bu yoldan.
Vakit, elif gibi dik durma vaktiydi.
3. Durak
Şimdi
Elimizde yaşayabilecek sınırlı zaman var; otuz, elli, seksen ya da yüz sene. Bu zamanın ne kadarını kendimiz, ne kadarını başkaları için yaşadık; kaç senemizi kendimizi kanıtlamak için heba ettik, ne kadarını “El âlem ne der?” diyerek geçirdik, düşününce, insan heba olan zamana üzülüyor değil mi dostlar?
Bugünün telaşı yarına, dünün endişesi bugüne taşınıp şimdilerimiz arada kaynıyor. Kendimizi bir kenara koyup geçirdiğimiz zamanlar ömürden akıp gidiyor.
Şimdi de olmak, yani ânda kalmak insanın sahip olduğu en güçlü yanı. Müzik dinlerken enstrümanların büyüsüne kapılabilmek, yemek yerken sakince ve aheste lezzet duymaya bakmak, şu an yanımızda olan ve sahip olduklarımızla mutlu olabilmek güçlü bir silah gibi…
Müdahale edemeyeceğimiz geçmişi, asla elimizde olmayan geleceği sürekli düşünmek, o zamanlar için planlar yapmak, geçmişte olanların etkisiyle