Kraliçelerin Yönetimi . Морган Райс
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kraliçelerin Yönetimi - Морган Райс страница 14
Gösterişle Volusia ipek çarşafı geri çekti ve kalabalıktan bir hayret nidası yükseldi.
Koolian halka, “Sizin yeni tanrıçanız, on beşinci tanrıça, Volusia!” diye haykırdı.
Halk hayret ve merakla yukarı bakanken, bastırılmış bir saygı ve korku sesi çıkardı. Volusia başını kaldırıp ışıldayan altın heykeline baktı, diğerlerinden iki misli yüksek olan heykel kendisinin kusursuz bir modeliydi. Halkın nasıl tepki vereceğini görmek için tedirginlik içinde bekledi. Herhangi birisi yeni bir tanrı başlatalı yüzyıllar olmuştu ve halkının kendisine sevgisinin olması gerektiği kadar güçlü olup olmadığını görmek için bir kumar oynamaktaydı. Onların kendisini sadece sevmelerine değil, kendisine tapmalarına ihtiyacı vardı.
Büyük bir memnuniyetle, halkının tek vücut olarak aniden eğilip yere kapanarak kendi heykeline, yeni puta tapınmaya başladıklarını gördü.
Tekrar tekrar kutsal bir sözcük olarak “Volusia,”diye seslenmekteydiler. “Volusia. Volusia.”
Volusia kollarını iki yana açmış, derin derin nefes alarak orada durmakta, bütün bu manzarayı içine sindirmekteydi. Bu herhangi bir faniyi tatmin edecek ölçüde büyük bir övgüydü. Herhangi bir lideri. Herhangi bir tanrıyı.
Ama bu kendisi için yeterli değildi.
Volusia kalesinin geniş, üstü açık kemerli girişinden geçerek içeri yürüdü. Otuz metre yüksekliğindeki mermer sütunların yanından, bahçelerle çevrili koridorlardan geçti. Muhafızlar, ellerinde altın mızraklar dimdik duran İmparatorluk askerleri göz alabildiğince uzanıyordu. Çizmelerinin altın topukları yerde ses çıkartırken ağır ağır yürüdü; iki yanında büyücüsü Koolian ile katili Aksan ve ordusunun komutanı Soku kendisine eşlik ediyordu.
Soku, “Leydim, eğer mümkünse size bir şey söyleyebilir miyim?” dedi. Bütün gün kendisiyle konuşmaya çalışmıştı ve Volusia onun korkularına, gerçeğe aklını takmasına ilgi duymadan onu duymazlıktan gelmişti. Onun kendi gerçeği vardı ve zaman ne zaman kendisine uyarsa, onunla o zaman konuşacaktı.
Volusia başka bir koridorun girişine ulaşıncaya kadar yürümeye devam etti; burası uzun zümrütten yapılmış boncuk şeritleriyle süslüydü. Askerler derhal ileri koşup bunları yana çekerek onun geçmesi için yol açtılar.
Volusia içeri girerken, dışarıdaki kutsal törenlerde okunan bütün o şarkıların ve tezahüratın sesleri uzakta kalmaya başladı. Önünde kesmeyle ve içki içmeyle ve tecavüz ve ziyafetle geçecek uzun bir gün vardı ve Volusia kendine gelmek için biraz zaman ayırmak istiyordu. Enerjisini yeniden toplayacak ve sonra yeni bir tur için geri gidecekti.
Volusia karanlık ve ağır bir havası olan resmi odalara girdi, burasını sadece bir kaç meşale aydınlatıyordu. Odayı en fazla aydınlatan şey yüz ayak yüksekliğindeki tavanın merkezindeki açıklıktan içeri giren ve dümdüz aşağı inerek odanın ortasında tek başına duran bir nesneye ulaşan tek bir yeşil ışık huzmesiydi.
Zümrüt mızrak.
Volusia yüzyıllardır burada dümdüz yukarı ışığın içine dikilmiş duran mızrağa huşu içinde yaklaştı. Zümrüt sapı ve zümrüt mızrak ucuyla, ışıkta parıldıyor, sanki tanrılara meydan okur gibi, gökyüzünü nişan almış dimdik duruyordu. Bu her zaman halkı için kutsal bir nesne olmuştu, halkının bütün şehri ayakta tuttuğuna inandığı bir nesne. Önünde huşu içinde durarak, parçacıkların yeşil ışık içinde bunun etrafında dönmesini izledi.
“Leydim,” dedi Soku yumuşak bir sesle, sesi sessizlik içinde yankılanarak. “Konuşabilir miyim?”
Volusia uzun bir süre, sırtı ona dönük, mızrağı inceleyerek, hayatının her günü olduğu gibi bunun işçiliğine hayran kalarak, nihayet danışmanının sözlerini duymaya hazır olduğunu hissedene kadar durdu.
“Konuşabilirsin,” dedi.
“Leydim,” dedi Soku, “İmparatorluğun hükümdarını öldürmüş bulunuyorsunuz. Kuşkusuz, bu duyulmuştur. Şu anda ordular Volusia’nın üstüne geliyor olmalı. Muazzam ordular, karşı koyabileceğimizden çok daha büyük ordular. Hazırlanmamız lazım. Stratejiniz nedir?”
Volusia, “Strateji mi?” diye sordu, kızgın bir şekilde, hala ona bakmadan.
Soku, “Nasıl barış sağlayacaksınız?” diye ısrar etti. “Nasıl teslim olacaksınız?”
Volusia ona döndü ve gözlerini soğuk biçimde ona dikti.
“Barış olmayacak,” dedi. “Ben onların teslim olmalarını ve bana bağlılık yemini etmelerini kabul edene kadar.”
Soku yüzünde korkuyla ona baktı.
“Ama Leydim, bire yüz bizden kalabalıklar,” dedi. “Onlara karşı kendimizi hiçbir şekilde savunamayız.”
Volusia mızrağa geri döndü ve Soku çaresizce öne çıktı.
“İmparatoriçem,” diye ısrar etti. “Annenizin tahtına el koyarak dikkat çekici bir zafer elde ettiniz. O halk tarafından sevilmiyordu, siz ise seviliyorsunuz. Size tapıyorlar. Kimse size açıkça söylemez. Ama ben söyleyeceğim. Etrafınıza size duymak istediklerinizi söyleyen insanları topluyorsunuz. Sizden korkan insanları. Ama ben size gerçeği söyleyeceğim, gerçek durumumuzu. İmparatorluk bizi kuşatacak. Sonra, biz ezileceğiz. Bizden, şehrimizden geriye bir şey kalmayacak. Harekete geçmelisiniz. Bir ateşkes sağlamalısınız. Ne fiyat isterlerse ödeyin. Hepimizi öldürmeden önce yapın bunu.”
Volusia mızrağı incelerken gülümsedi.
“Annem hakkında ne dediklerini biliyor musun?” diye sordu.
Soku orada durup boş gözlerle ona baktı ve kafasını salladı.
“Onun Seçilmiş Kişi olduğunu söylediler. Onun asla mağlup edilemeyeceğini söylediler. Onun asla ölmeyeceğini söylediler. Niçin biliyor musun? Çünkü hiç kimse altı yüzyıldır bu mızrağı taşımamıştı. O, ortaya çıkıp bunu tek eliyle kullandı. Mızrağı babasını öldürüp tahtını ele geçirmek için kullandı.”
Volusia gözleri tarih ve kaderle alev alev yanarken ona döndü.
“Mızrak sadece bir kez kullanılabilir dediler. Seçilmiş Kişi tarafından. Annemin bin yüzyıl yaşayacağını, Volusia tahtının ebediyen onun olacağını söylediler. Ve ne oldu biliyor musun? Mızrağı ben kendim kullandım—ve bunu annemi öldürmek için kullandım.”
Derin bir nefes aldı.
“Bu sana ne anlatıyor, Baş Komutan?”
Soku zihni karışmış vaziyette ona baktı ve şaşkınlık içinde kafasını salladı.
“Ya diğer insanların efsanelerinin gölgesinde yaşarız,” dedi Volusia, “veya kendi efsanemizi yaratabiliriz.”
Kaşlar