Çöküş. Steve Taylor

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çöküş - Steve Taylor страница 16

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Çöküş - Steve Taylor

Скачать книгу

imparatoruydu. Pek çok askerî harekât düzenledi (keşfedilen vakayinameler en az otuz dört “büyük savaşı” ayrıntılarıyla anlatıyor) ve imparatorluğunu Yakın Doğu’nun büyük bölümüne yaydı. Bir vakayinamede bunu nasıl başardığı şöyle tasvir ediliyor:

      Akad Kralı Sargon, Uruk şehrini yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Uruk sakinleriyle savaştı ve onları katletti. Uruk Kralı Lugal-Zaggisi ile muharebe etti ve onu yakaladı. Ayağına zincir vurarak onu Emil kapısından geçirdi. Akad Kralı Sargon, Ur şehrinin lideriyle de savaştı ve onu öldürdü. Şehrini yerle bir etti ve surlarını yıktı. E-Nimmar’ı yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Lagaş’dan denize kadar uzanan bütün toprakları yerle bir etti ve silahlarını denizde yıkadı.156

      Bütün bunlara rağmen ilk Sümerlerin kendilerinden sonra gelenlere kıyasla tam olarak atacıl olmadığına dair de bazı kanıtlar mevcut. Belki de bunun nedeni, fethettikleri bölgelerde yaşayan insanların anacıl özelliklerini özümsemeleriydi. Erken dönem Sümer, kesinlikle erkek egemen bir toplumdu -aslında toprak tek tek bireyler yerine ailelere aitti (bu durum, atacıllığın derecesinin oldukça düşük olduğunu düşündürüyor). Ancak yine de ailenin sadece erkek üyeleri mal mülk işleriyle uğraşma hakkına sahipti. Zaten sonrasında bireysel mülkiyet yaygınlaştı. Kuramsal olarak kadınların toprak sahibi olması mümkünse de fiilen neredeyse sadece erkekler mal mülk edinebiliyordu. Ancak yine de kadınların toplumsal mevkisi sonraki dönemlere kıyasla daha yüksekti. İlk Sümer tanrıları arasında önemli tanrıçalar da vardı (belki bu özelliği de işgal ettikleri yerlerin anacıl kültüründen almışlardı). Günümüze kadar ulaşmış bir belge, MÖ 2000 gibi geç bir tarihte bile Elam şehir-devletinde evli bir kadının kocasıyla ortak vasiyetname imzalamayı redderek tüm mal varlığını kızına bıraktığından bahsediyor.157 Tüm bunlar tarihçi H. W. F. Saggs’ın da dediği gibi, “İlk Sümer şehir-devletlerinde kadınların toplumsal mevkisinin daha sonraki dönemlere kıyasla kesinlikle çok daha yüksek olduğunu”158 gösteriyor.

      İlk Mısırlıların taptığı pek çok tanrıça da vardı. Kadınlar mevki sahibiydi ve kendi evlerine sahip olabiliyorlardı. Sanat eserleri onları özgür ve baskı altında tutulmayan insanlar olarak temsil ediyor. Tapınaklardaki resimlerse kadınları erkeklerle aynı büyüklük ve uzunlukta gösteriyor (bunu eşit toplumsal mevkide olduklarının bir kanıtı olarak yorumlayabiliriz). Aslında Antik Mısır’da “karı” anlamına gelen nebtper kelimesi “evin hâkimi” anlamını da taşıyordu.159 Ancak ilk dönemlerden itibaren erkek egemenliğin yeni bir gelenek olarak yerleşmeye başladığını da görüyoruz. DeMeo’nun da yazdığı gibi, işgalciler bölgenin kontrolünü ele geçirdiklerinde “kadınların toplumsal mevkisi hemen kölelik ve cariyeliğe düştü.”160 Üst sınıflara mensup Mısırlılar genelde birkaç kadınla evleniyor, üstüne bir de cariyeleri oluyordu. Öldüklerinde hem eşleri hem de cariyeleri onlarla birlikte gömülüyordu.

      Erken dönem Mısır şehirlerinin duvarları yoktu. Devletin sadece küçük bir ordusu vardı. Bunlar bize savaşın nadiren vuku bulduğunu gösteriyor. Ancak yine de ilk Mısırlıların ruhani ve barışsever insanlar olarak sahip oldukları popüler imaj, tarihi bir temele dayanmıyor. Krallık, askerî fetihlerle kurulmuştu. Yaklaşık 200 yıl boyunca “Horus’un takipçileri” Nil Delta’sını ve Nübya’yı161 işgal ederek MÖ 3100’de bütün bölgeyi ilk firavun Kral Menes’in egemenliği altında birleştirdiler.162 Bu dönemde kayalara çizilen resimler şiddet içeren imgelerle doluydu. Arkeologlar da savaş esirlerinin ve Nil boyunca yaşayan köylülerin topluca yakıldığına dair kanıtlar buldular.163

      Daha sonraki yıllara kadar topraklarını genişletmek için büyük savaşlar düzenlemeseler de Mısırlılar kendi aralarında, özellikle de onları birleştiren güçlü bir merkezi yönetim olmadığı zamanlarda savaşmaya devam ettiler. Şehir-devletleri merkezi hükümetten bağımsızlık kazanmak ve birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak için mücadele etti. Durum o kadar kötüleşmişti ki asillerin kendilerini korumak için özel orduları bile vardı.164 Aynı zamanda onlara saldıran Asyalılar, Libyalılar ve diğer göçebe kabilelerle sınırlarda sürekli savaşıyorlardı.

      Sümer’de olduğu gibi Mısır’da da daha ilk zamanlardan itibaren katı bir toplumsal tabakalaşma olduğu kesin. Eşitsizliğin varlığı bazı mezarlarda gömülü bulunan aşırı servetten anlaşılıyor. Ayrıca insan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar da medeniyet kurulduktan sonra sıradan çiftçilerin aldığı protein seviyesinin azaldığını gösteriyor. Bu da bizlere servetin merkezileştiğini, yani daha az kişinin elinde toplandığını düşündürüyor.165 Küçük bir asiller grubu (ki vergilerden muaftılar) toprağın büyük bölümüne sahipti. Nüfusun geri kalanı ise bu toprakları işleyen serflerden oluşuyordu. Serflerin toprak üzerinde hiç hakkı yoktu. Ayrıca devlet istediği zaman onları “angarya” işlerde (zorunlu hizmet) kullanabiliyordu. Piramitlerin bu şekilde inşa edildiği tahmin ediliyor. Köylüler muhtemelen her yıl birkaç hafta boyunca topraklarından alınarak inşaatta çalışmaya zorlanıyordu. Elbette ki piramitlerin kendisi de toplumsal tabakalaşmanın başlı başına bir göstergesiydi. Eşitsizliğin simgesi olarak mezar büyüklükleri ve içlerine gömülen eşyalar söz konusu olduğunda onlardan daha uç bir örnek saymak mümkün değil. DeMeo’nun da ifade ettiği gibi, “İnanılmaz paralar harcanarak ölü kralların naaşlarına ev sahipliği yapmak üzere devasa büyüklükte muhteşem yapılar inşa edildi. Onları inşa eden sıradan insanların ve kölelerin cesetleriyse toplu mezarlara atılıyordu.”166

M.Ö. 2. Binyıldan Günümüze

      Eski Avrupa uygarlığı kıtanın kendisinde ortadan kalkmasına rağmen bazı adalarda asırlar boyunca ayakta kaldı -hatta Girit söz konusu olduğunda binyıllar boyunca demek daha doğru olur. Ancak en ücra köşeler bile en sonunda atacıl kültüre teslim olmak zorunda kaldı. Malta’daki uygarlık yaklaşık MÖ 2500’de aniden çöktü. Bunun nedeni muhtemelen hem yabancı işgali hem de doğal afetlerdi. Girit medeniyeti ise bin yıl daha varlığını sürdürdü. Ta ki Yunanca konuşan Hint-Avrupalı bir halk olan Akalılar adanın denetimini ele geçirene dek. Akalılar adanın anacıl kültüründen bazı özellikler alsalar da kültürel bir yozlaşma başlattılar. Riane Eisler’in deyişiyle, “sanat daha zorlama ve daha az özgür hale geldi” ve “ölüm temasına daha fazla vurgu yapılmaya başlandı.”167 Akalılar Girit’i yaklaşık dört asır boyunca, MÖ 12. yüzyılda bir başka Hint-Avrupalı topluluk olan Dorlar tarafından saldırıya uğrayana dek egemenlikleri altında tuttu. Dorlar, ada halkını katletti ve oradaki medeniyeti yerle bir etti.

      Benzer bir şekilde Britanya’nın coğrafi açıdan korunaklı olması da eski anacıl kültürün yaklaşık MÖ 2500’e kadar bozulmadan kalmasını sağladı. Bu tarihte ise Kıta Avrupası’ndan gelen Beaker halkı adaya ulaştı. Onlardan önceki Neolitik insanlar müşterek mezarlara gömülürken Beakerlar bireylere ait kabirlere sahipti ve diğer Sahra-Asyalılar gibi mezarlarının büyüklükleri arasında fark vardı. Onlardan önce adada savaş ve şiddete dair çok az iz varken, Beakerlar maden işlemedeki üstün yeteneklerini çok büyük ölçekte silah üretimi için kullandılar, yüksek kaleler ve surlar inşa

Скачать книгу


<p>156</p>

Wilber, 1981, s. 165 içinde.

<p>157</p>

Eisler, 1987.

<p>158</p>

Eisler, 1987, s. 64 içinde.

<p>159</p>

Griffith, 2001.

<p>160</p>

DeMeo, 1998, s. 231.

<p>161</p>

Nil Nehri Havzası’nda, bugünkü sınırlarla Mısır’ın güneyini ve Sudan’ın kuzeyini kapsayan bölge (ç.n.)

<p>162</p>

DeMeo, 1998.

<p>163</p>

a.g.e.

<p>164</p>

Rice, 1990.

<p>165</p>

DeMeo, 1998.

<p>166</p>

a.g.e., s. 233.

<p>167</p>

Eisler, 1987, s. 54.