Çöküş. Steve Taylor

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Çöküş - Steve Taylor страница 20

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Çöküş - Steve Taylor

Скачать книгу

Ova Yerlilerine (Plains Indians). Amerika’nın tam göbeğinde -Avrupalıların ele geçirmek için çaresizce uğraştığı yerde- oldukları için ön plana çıkan ve daha görünür olan onların kültürü olmuştur. Üstelik Avrupa baskısına karşı müthiş bir direniş sergiliyorlardı. Ova Yerlileri kesinlikle vahşiydi. Kabileler, Avrupalıların yanı sıra sürekli birbirleriyle de savaşıyordu. Bu nedenle Büyük Düzlükler (Great Plains), antropolog Elman R. Service’in de dediği gibi, tam yüz yıl boyunca “kabileler arası yaşanmış en yoğun çatışmalara ev sahipliği yapmıştı.”191 Ova Yerlileri aynı zamanda katı bir toplumsal tabakalaşmaya da sahiptiler: savaşçılar başarılı oldukları oranda toplumsal mevkileri yükseliyordu.

      Ancak Ova Yerlilerini tüm Amerikan Yerlilerinin temsilcisi olarak görmek yanlış olur. Onlar, yerliler arasında var olan çeşitli kültürlerden sadece bir tanesiydi. Daha da önemlisi, kültürleri Avrupa etkisiyle ortaya çıkmış yapay bir gelişmeydi. Service’in de yazdığı gibi, “Ova Yerlilerinin kültürleri tamamen yerli değildi, zaten uzun süre de ayakta kalamadı.”192 Bu kültür, ancak Avrupalılar Kuzey ve Güney Amerika’nın diğer yerlilerinin çoğunu yok ettikten sonra ortaya çıktı. Kültürel yozlaşma ve kitlesel göçler sonucunda doğdu. Ova Yerlilerinin kültürünün ayrılmaz bir parçası olan silah ve atlar Avrupalılardan alınmıştı. Kabileler kendilerini birbirleriyle savaşmaktan alıkoyamıyordu çünkü aldıkları silah ve atların sayısı sürekli değişiyor, bu da kabileler arasındaki güç dengesini bozuyordu. Ayrıca kabileler arasında yoğun çatışmalar olsa da, bunlar Avrupa’da yaşananlara göre oldukça zararsız kalıyordu. Çok sayıda kayıpların verildiği uzun savaşlar Avrupa’nın aksine nadiren gerçekleşiyordu. Kabileler genelde at çalmak için küçük akınlar düzenliyordu. Bu akınlar çoğunlukla ölümle sonuçlanmıyor, nadiren kayıp verilse bile sayı çok düşük oluyordu.193

      Güney Amerika’nın en ünlü üç uygarlığı da yani İnkalar, Mayalar ve Aztekler- Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın atacıl kültürleriyle çarpıcı benzerlikler taşıyordu. Örneğin bu tespit, ulaştıkları yüksek teknolojinin gelişme seviyesi için geçerli. Mayalar, günümüzde Meksika, Honduras ve Guatemala’nın bulunduğu toprakların büyük bölümüne yayılmıştı. MS 1. binyılın ilk yüzyıllarında kurularak üçlü arasında ilk gelişen uygarlık oldular. Çoğu açıdan da en gelişmişleriydiler. Karmaşık bir hiyeroglif yazı tipi, ileri seviyede matematik ve astronomi, günümüzde dünyanın çoğunda kullanılan Miladi (Gregoryan) takvimden çok daha isabetli bir takvim geliştirmişlerdi. Sıfır rakamını ilk onlar keşfetmiş, sanatçıları ve duvar ustaları belki de Antik Yunan hariç diğer antik medeniyetlerle yarışan eserler vermişti. Pamuktan dokunmuş kıyafetler giyiyor ve narince işlenmiş mücevherler takıyorlardı. Bu sırada İnkalar -ki Mayalardan yaklaşık bin yıl sonra ortaya çıkmışlardı- yollar ve asma köprüler yapıyor, devasa taş blokları yontarak büyük tapınaklar, kaleler ve saraylar inşa ediyordu. Mısırlılar gibi büyük piramitleri ve şık anıt mezarları vardı.

      Bu insanlar örgütlenme ve yönetim konusunda da Sahra-Asyalılar gibi çok yetenekliydiler. Örneğin Aztek kenti Tenochtitlan (günümüzdeki Meksiko) yirmi “ilçeye” ayrılmıştı. Her birinin kendi din adamları, okulları, tapınakları ve seçilmiş memurları vardı. Her “ilçenin” üç başmemuru bulunuyor ve altmışı biraraya gelip devlet şürasını oluşturuyordu. Şüra, dört üyesini şehrin başmemurları olarak seçiyor, her başmemur kentin bir çeyreğini temsil ediyordu. Aynı zamanda krala ya da Azteklerin deyişiyle “baş insana” danışmanlık yapıyorlardı. İnkaların çağdaşı olan Azteklerin çok gelişmiş bir eğitim sistemi de vardı. Çocuklara okullarda çiftçilik, savaş, tarih ve din dersleri veriliyordu. Özel okullardaysa hem kız hem erkek çocukları din bilgini olmak için yetiştiriliyordu. Benzer bir şekilde, İnkalar da devasa imparatorluklarını dört parçaya ayırarak her birini ayrıca eyaletlere bölmüştü. Her eyaletin kendi başkenti vardı ve eyaletler iki ya da üç “sancağa” taksim ediliyordu.

      Ancak aynen Sahra-Asyalılarda olduğu gibi bu yaratıcılık ve işlevsel zekâ aynı zamanda oldukça karanlık bir başka yanla dengelenmişe benziyor. Bu yenilikleri mümkün kılan ruhsal dünya aynı zamanda savaşa, toplumsal tabakalaşmaya ve (daha kısıtlı ölçüde de olsa) ataerkilliğe yol açmıştı. “Eski Dünya”nın atacıl insanları gibi bu uygarlıklar da iktidar ve servet tutkusuyla yanıp tutuşuyordu ve -bunun bir sonucu olarak- aynı imparatorluk kurma içgüdüsüne sahiptiler. Aztek İmparatorluğu beş, İnka İmparatorluğu ise yedi milyondan fazla insanı fethetmişti. İnkaların toprakları kuzeyden güneye 3218 km boyunca uzanıyordu. İlk Mayalar savaşçı gibi gözükmese de MS 900’e gelindiğinde birçok küçük krallığa bölünmüşlerdi. Surlarla çevrili kale şehirler etrafında merkezileşen bu krallıklar sürekli birbirleriyle savaşıyordu.

      Bu sırada Aztek kültürü o kadar yüksek bir vahşet ve zalimlik seviyesine ulaşmıştı ki onları fetheden İspanyol askerler bile (ki onların da kesinlikle melek olduğu söylenemez) yaptıkları karşısında şaşkına dönmüştü. Ova Yerlileri gibi Aztekler de nadiren uzun süren meydan muharebeleri düzenliyor ve savaşları çoğunlukla ölümle sonuçlanmıyordu. Savaşmaktaki asıl amaçları kurban etmek için mümkün olduğu kadar çok insan toplamaktı. 260 günden oluşan Aztek yılında her biri bir tanrıya adanmış birçok dini festival vardı. Çoğu festivalde aynı anda binlerce insan kurban ediliyordu. Amaç tanrıların güç ve enerjiye olan büyük iştahlarını doyurmaktı. Örneğin bir keresinde Aztek askerleri kendi tebaalarından olan Huaxtec halkından yirmi bin kişiyi yakalayarak Tenochtitlan’a getirmişti. Bu insanlar Aztek piramitlerinden birinin basamaklarını tırmanarak en tepedeki tapınağa çıkmaya zorlanmış, hedeflerine vardıktan sonra kalpleri yerlerinden sökülerek başları kazığa oturtulmuştu. Yılın dört ana dini festivalinden biri olan Deri Yüzme Bayramı’nda, kurbanlar bağlanarak taş platformlarda dört deneyimli savaşçıya karşı mücadele vermeye zorlanıyordu. Savaşçılar hünerlerini kurbanlarının derisini acıdan bayılana kadar keskin bıçaklarla lime lime soyarak gösteriyordu. Ardından kurbanın kalbi yerinden çıkarılıyor ve yüzülen deriler onu ilk yakalayan asker ya da din adamları tarafından giyiliyordu.

      Savaşlar genelde toplumsal tabakalaşmayı da beraberinde getirir. Bu medeniyetler de bu kurala uymuşa benziyor. Aşırı derecede zengin ve güçlü krallar tarafından yönetilmelerinin yanı sıra, imtiyaz sahibi asiller ve din adamlarından oluşan sınıflara sahiptiler. Hiyerarşinin diğer ucundaysa çoğunluğu oluşturan topraksız köylüler ve köleler vardı. Örneğin Alvin M. Josephy’nin İnkalar hakkında yazdığı gibi, “Asiller sınıfı… ihtişamlı ve görkemli bir hayat sürüyordu. Evleri ve kişisel eşyaları çok şatafatlıydı. Zanaatkârlar ve sıradan insanlar onlara sürekli yiyecek, hizmet ve çeşitli mallar sunuyordu.”194 Ancak bu kültürler, kadınlara karşı Sahra-Asyalıların olduğu kadar baskıcı değildi. Hatta kadın-erkek eşitliğine dair bazı ipuçları bile mevcut -örneğin Aztekli kadınlar din bilgini olabiliyordu. Fakat özellikle İnkalarda erkek egemenliğinin de varolduğu çok açık. Soylu İnkalar birden fazla kadınla evlenebiliyor, hatta üzerine bir de cariyeleri oluyordu. Erkek öldüğünde hem eşleri hem de cariyeleri boğularak öldürülüyor ve onunla birlikte gömülüyordu.

      Peki bu insanlar Avrupa ve Asya’nın Sahra-Asyalılarına nasıl bu kadar benzedi? Birinci ihtimal yine ekolojik nedenlerin etkili olması. Örneğin İnka uygarlığının geliştiği yer, Pasifik Okyanusu kıyısındaki Atakama Çölü’dür. Burada neredeyse hiç hayvan ya da bitki örtüsü yetişmez. Rakım fazla olduğu için sıcaklık oldukça

Скачать книгу


<p>191</p>

Service, 1978, s. 134.

<p>192</p>

a.g.e., s. 133.

<p>193</p>

Antropolog W. W. Newcomb, Ova Yerlilerinin çok sık savaşmasını üç temel unsura başvurarak açıklıyor (1950). Her şeyden önce, yerli kabileler Avrupalı işgalciler geldiğinde anavatanlarından kaçmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucunda diğer kabilelerin topraklarına mecburen tecavüz etmişler ve bu da kaçınılmaz olarak çatışmalara neden olmuştu. İkincisi, yerliler topraklarıyla birlikte geçim kaynaklarını da yitirdikleri için artık hayatta kalmak adına atlara bağımlı hale gelmişti. Bunun nedenlerinden bir tanesi de avladıkları bizonların sayısının azalması ve bu hayvanların yaşam alanlarının onlardan gitgide uzaklaşmasıydı. Bunun sonucunda kabileler birbirleriyle “at için rekabet” etmeye başlamıştı.

Üçüncü olarak ise Avrupalı sömürgecilerin etkisini unutmamak gerekiyor. Avrupa yapımı silahlar (Avrupalılardan kürk ve hayvan postu karşılığında alınıyorlardı) savaşları çok daha vahşileştirmişti. Sömürgeciler -özellikle de tüccarlar- kabileleri birbirlerine ve sömürgeci güçlere karşı kışkırtarak yerlilerin çaresizliğini bilinçli bir şekilde sömürüyordu.

<p>194</p>

Josephy, 1975, s. 251.